Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Ses Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Hırka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler

"Hırka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler"

kitabının yazarı Hilmi Aydın'la

Röportaj

 

Allah Resulü’nden kalan her şey sade, bir o kadar da mükemmel

1963 Kars doğumlu. 1986’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi’ni bitirdi. Yüksek lisansını ‘Minyatür ve gravürlerde Topkapı Sarayı ile ilgili tasvirler’ üzerine yaptı.

1988’de Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde memuriyete başladı. 1997 yılından beri Topkapı Sarayı Müzesi’nde Silahlar ve Mukaddes Emanetler Bölümü sorumlusu ve müdür yardımcısı olarak görevine devam ediyor.

Arts of Asia, P Dergisi, Antik Dekor, Skylife, Tarih ve Düşünce, Türk Edebiyatı, Aksiyon, Kültür ve Beyan gibi yayınlarda ellinin üzerinde araştırması yer aldı. ‘Müzecilik ve sanat tarihi’ seminerlerinde uzmanlık alanlarıyla ilgili tebliğler sundu. Son olarak harika bir kitap yazdı: Hırka-i Saadet Dairesi ve Mukaddes Emanetler. Okudum, çok etkilendim. Hem görselliğiyle, hem içeriğiyle beni büyüledi. Bir söyleşinin boyutlarını kat kat aşan bir bilgelik arşivi. Döne döne okunacak, gözyaşı dökülecek bir kitap... Eline sağlık Hilmi Aydın.

Önce Silahlar Bölümü’nün sorumluluğu tarafınıza verildi. Ok, kılıç, yay, tüfek, miğfer, kalkan ve tabanca gibi eserler... Yaklaşık sayısı nedir?

10 bin 492 adet. 400 tanesi teşhirde. Hepsi teşhir edilemiyor. Çünkü Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmet döneminde, Osmanlı Devleti’nin yönetim ve aileleriyle paylaştığı bir yaşantı merkezi olarak yapılıyor. 1924’te müzeye çevrildikten sonra birinci derecede tarihî mimari yapı olduğu için bozulup yeni teşhir mekânlarının oluşturulması söz konusu değil. 1997’de Mukaddes Emanetler Bölümü’nün sorumlusu emekli olunca görev bize verildi. Sayımlara başladığımızda, burada 800 küsur eser olduğunu, 1920’li yıllarda bazı eserlerin kütüphane ve Hazine’ye devredildiğini gördük. Yaklaşık altı ay süren bir çalışma sonunda Mukaddes Emanetler’in bugünkü envanterine kayıtlı olarak 605 eserin olduğunu tespit ettik.

Bu konuda daha önce kitap yazılmamış mı?

1953’te Topkapı Sarayı’nın ilk müdürlerinden, rahmetli Tahsin Öz’ün yazmış olduğu, Hırka-i Saadet Dairesi ve Emanat-ı Mukaddese isimli, siyah beyaz fotoğraflı, küçük hacimli bir kitabın dışında bu kapsamda ve bu görsellikte eser çıkmadı.

Tek başınıza mı yazdınız?

Güzel bir çalışmaya, Cenab-ı Hak, güzel insanları da yardımcı olarak gönderdi. 1997’den 2000’e kadar yalnız başıma yol aldım. Daha sonra her zaman minnetle yâd ettiğim, Aksiyon Dergisi’nin değerli editörlerinden Ahmet Doğru kardeşim yol arkadaşım oldu.

Silahlardan başlayalım, en dikkat çekici yanı ne?

Kılıçların üzerinde daima dualar, Fetih Sûresi’nden ayetler işli. Yani madde ile mânâ birlikteliği var. Mesela bir kılıcın üzerinde, şöyle iki satırlık bir beyit yer alıyor: “Ey gönül, bir can içün, her cana minnet eyleme. İzzet-i dünya içün, sultana minnet eyleme”.

Bunlar çok süslü silahlar. Vaktinde öyle miydi? Yoksa daha sonra Osmanlı, saygıdan mı onları böyle değerli taşlarla, altınla bezedi?

Mukaddes Emanetler’in içerisinde yer alan Peygamberimiz’e ve ashabına ait 21 kılıcın haricinde Silahlar Bölümü’nde de dokuz sahabe kılıcı olduğunu tespit ettik. Kılıçların üzerindeki süslemeler, yazılar, yakut, firuze gibi değerli taşlar, altın kaplamalar, 16. yüzyıldan sonra Osmanlı padişahları tarafından yaptırılmış. Padişahlar, ‘biz kuluz, gerçek sultan o’ diyerek bütün imkânlarını seferber etmiş. Hatta Hazreti Peygamber’in ayak izi şeklinde kıymetli bir sorguç yaptırıp başında taşıyan Sultan I. Ahmed, Kâbe’yi altın ve gümüşten yeniden yaptırmak istemiş. Zamanın alimleri, “Allah dileseydi yakut ve zebercetten yaratırdı.” diyerek engel olmuş.

Tabii eşyanın kendisi değil burada mukaddes olan. Onun kullanıcısına duyulan sevgi ve hürmetten geliyor. O kutsal insanla temas eden eşyadan, bize bir kutsallık bulaşacağı inancı var. Hatta el ve yüz sürmeler... Bunlar sağlıklı bir şey mi?

Sağlıklı değil tabii. Bizim bakış açımızda eşyaya kutsallık izafe etmek söz konusu değil. Hazreti Peygamber’in hatıralarına gösterilen saygı, şahsına duyulan sevginin tezahürüdür. Bununla birlikte o büyük insanın vücuduna dokunan, onun kokusunu, izini taşıyan hatıraların onun bereketinden mahrum kaldığını da iddia edemeyiz. Peygamber Efendimiz saçlarını keserken, sakalını tıraş ederken etrafındaki insanlar, O’ndan bir hatıra saklama içgüdüsüyle hareket etmiş. Hatta büyük İslam komutanlarından Halid bin Velid bir savaşta sarığını düşürüyor. Sarığını kurtarmak amacıyla, kendini karşı cephede yer alan insanların önüne atıyor. Arkadaşları, “Bir sarık için kendini öldürmeye değer miydi?” dedikleri zaman, “Ben bunu başlığın kıymetinden dolayı yapmıyorum. Fakat onun içinde Peygamber Aleyhisselâm’ın saçı bulunduğu için müşriklerin eline düşmesini istemiyorum.” diyor ve ekliyor: “Ben onu hangi tarafa yönelttimse orası fetholundu.” Bu, tamamen Hz. Muhammed’e duyulan bir özlem, mânâ iklimlerine açılmak için gidilen bir yol.

Yalnızca sarayda değil, Anadolu’da da çok sayıda sakal-ı şerif var. Hepsi Peygamberimiz’e mi ait?

Topkapı Sarayı’nda, elliye yakın sakal-ı şerif var. Anadolu’nun her tarafında, camilerimizde, hatta evlerde sakal-ı şerifler var. Bir insanın başındaki saç tellerinin sayısını ve tıraş oldukça saklandığını düşündüğünüzde bu durum şaşırtıcı gelmiyor. Ama geçmişte birtakım insanlar, Peygamber Efendimiz’e ait olmayan sakal tellerini de öyle gösterip maddi menfaat karşılığı zamanın ileri gelenlerine takdim ettilerse bunu bilemeyiz. Bu bir gönül meselesi, inanç meselesi. Cam mahfazalar içindeki sakal-ı şerifler kat kat kıymetli bohçalara sarılıp, ahşaptan, sedeften, altından, gümüşten yapılmış sandukalarda korunur. Her zaman değil, sadece mukaddes bilinen zamanlarda salât ü selamlarla ziyarete açılır, Peygamberimiz yâd edilir. Onun aşkı tazelenir. Gözleriyle görmeden gönülleriyle teslim olanlar bir nebze hasret giderir. Maksat bu olduğu için sakal-ı şeriflerin gerçekliği üzerinde fazla düşünülmemesinin uygun olacağı ifade edilmiş ilim erbabı tarafından.

Bir de Peygamberimiz’in na’leyn-i saadetleri (sandaletleri) var.

Şirinzade Hoca Sadettin Efendi’nin na’leyn-i saadet manzumesi, bunların günümüze nasıl ulaştığını anlatıyor. Envanterimizde de geçiyordu. Fakat bunları, tefsir kitaplarıyla yine Ahmet kardeşimizin ve ilahiyat profesörü büyüklerimizin bilgileriyle destekleyerek teşhire koyduk. Sahabe-i kiram, Efendimiz’le alâkalı en ince ayrıntıları bile tespit etmiş. Mukaddes Emanetler arasındaki na’leyn-i saadetler bu bilgilerle tıpatıp uyuyor. Arabistan’ın coğrafi iklimine göre, ayağı rahatsız etmeyecek şekilde giyilen ayakkabılar bunlar.

Çok şık görünüyorlar. Sanki yeni gibi...

Allah Resulü’nden kalan; hırkasından ayakkabılarına, kılıçlarından yayına, su kabına bütün eşyaları son derece zarif, kaliteli ve şık. Sadeliğin içinde mükemmellik saklı. Teşhire konulduğu zaman, saygısına, tecrübesine her zaman hürmet ettiğim bir büyüğümüz, “Bu bana çok yeni gibi geldi.” dedi. Daha sonra İsrail’e bir geziye gitti ve dönüşte bin 500 yıllık ve aynı şekilde günümüze ulaşmış bir sandaleti, broşürünü de alarak bana getirdi, “Bak, İsrail’de de var, bin 500 yıllık.” dediği zaman, hiçbir şey söyleme gereğini hissetmedim.

Bu sandaletler cilalanmış, bakımdan geçmiş galiba?

Tabii efendim, yüzyıllardır bohçalar içerisinde muhafaza edilerek geldikten sonra deri uzmanları tarafından bakımı yapıldı. Bir tür yumuşatıcı yağlanma teknikleri uygulandıktan sonra teşhire konuldu.

Kaç numara bugünün ölçüleriyle?

Deri zamanla çektiği için net ölçü vermese de bu haliyle yaklaşık 41-42 arası diyebiliriz.

Bir de ayak izi var. Mirac’a çıkarken bastığı taşta. O çok büyük. 41 değil, 51 gibi duruyor.

Kudüs’teki taşın üzerinden alınan kalıp olduğu için büyük görünüyor. Onun dışında da ayak izleri var sarayda. Sanki taş, mübarek ayağını sinesine çekip saklamış. Bu bir mucize, bazı kereler olmuş.

Vaftizci Yahya’nın kol kemiğinden çok etkilendim bir de.

Hz. Yahya, Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’in amcazadesi olup, Zekeriya Peygamber’in de oğlu. Tevrat’ın geleceğini haber verdiği Mesih’in yani Hz. İsa’nın peygamberliğine inanmış ve etrafına yaymış. Hz. İsa’yı ve inananları, Ürdün’de, Şeria Irmağı’nda vaftiz etmiş. Bütün bu hatıraların Beyazıt döneminden, Fatih döneminden beri hangi yollarla geldiğini anlatan yayınlar mevcut. En son Fahrettin Paşa, Birinci Dünya Savaşı sırasında Medine’nin boşaltılmasına karar verilince, Osmanlılar döneminde surre alaylarıyla gönderilip Mescid-i Nebevi’de ve Peygamberimiz’in kabrinde biriken kıymetli eşyalar ile bir kısım emanetleri göndermiş Topkapı Sarayı’na.

Hakikaten Fahrettin Paşa’nın Medine savunması çok acıklı bir hikâye.

Fahrettin Paşa, Medine’nin işgali söz konusu olunca, oradaki Mukaddes Emanetler’i, dini açıdan da bir sakıncası olmadığını Şeyhülharem’den sorarak İstanbul’a gönderiyor. Osmanlı Devleti anlaşma ile silah teslim ettiği halde, “Ben Peygamberim’in kabrini teslim etmem.” deyip çölün ortasında tek başına bir mücadele başlatıyor. Yiyecek kalmadığı için çekirgeleri toplayarak askerlerine yedirdiğini; hatta hutbelerde askerlere çekirge yemenin faydalarını, Peygamberimiz’in ve sahabelerin yaşantılarından örnekler vererek anlattırdığını, askerlerin psikolojik bakımdan moral bulmalarını sağladığını biliyoruz.

Araplar bunları geri istediler mi hiç?

İngilizler bu konuyu Lozan’da masaya getirmek istemişler. Arapların yazılı olarak geri istediklerine dair bilgimiz yok. Sözlü olarak İhsan Sabri Çağlayangil’in içişleri bakanlığı döneminde böyle bir şeyin ifade edildiğini biliyoruz. Ama Arabistan’da malum bir Vehhabilik akımı var.

Aman, yok ederler hepsini.

Evet, haklısınız. Yok etmişler zaten. Peygamberimiz’in kabrine saygı ve sevgi sembolü olarak konan pek çok mücevheri gasp ve tahrip ettiklerini biliyoruz. 19. asrın sonlarında Abdullah bin Suud’un babasının, Hz. Muhammed’in kabrinden gasp ettiği üç yüz civarında Kur’an-ı Kerim ve mücevheri bir kutu içerisinde Mehmet Ali isimli bir şahsa teslim ettiğine dair resmi belgeler var.

Bürokrasi, Hırka-i Şerif fotoğrafının yayımlanmasına izin vermemiş

Peygamberimizin Hırka-i Şerif’ine gelelim. Yazdığı şiiri beğenince Züheyroğlu Kâb’a veriyor, değil mi?

Evet, Emevi hükümdarı Muaviye’nin, Kâb’ın varislerinden 20 bin dirheme satın aldığını biliyoruz.

Niye kitapta hırkanın yarısı görünüyor?

Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan basımına dair izin alınmasına rağmen birtakım bürokratik engeller neticesinde bu eser uzun süre yayınlanamadı. Kitapta bir ilk olarak o hırka fotoğrafı yer aldı. Yöneticilerimizden biri, hırkanın fotoğrafının basılmasını uygun görmediğini belirtti. Hırkanın bu şekilde kitapta yer alması birçok zorluklardan sonra oldu.

Çok üzmüşler sizi.

Yine de neticeye bakıp, “Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun. Böyle güzel bir eserin, güzel insanlarla günümüze ulaşmasını nasip etti.” diyorum.

Halbuki şu bohça biraz daha aralanabilirdi, hırka tamamen dışarıya çıkabilirdi.

Bir idarecimizin böyle istediğini söylemiştim. Belki böylesi hürmeten de daha uygun oldu. İnsan, O’nun servi boyunu aksettiren hırkasının fotoğrafının bile, hürmetsizce bir nazara tesadüf etmesindeki sorumluluğu üzerine alamıyor. Bazı şeylerin ortalığa dökülmemesi daha güzel. Tenine yüz sürmüş hırkasının altın bir sandık içinde yanı başımızda durduğunu, gümüş sandıktaki sancağının gölgesi altında yaşadığımızı, birilerinin yirmi dört saat Kur’an okuyarak bizim namımıza onların yanında nöbet tuttuğunu bilmemiz yetmez mi?

Bu kitaptan Osmanlı döneminde, her sene Ramazan’ın 15’inde Hırka-i Saadet’i ziyaret etme âdetini, padişah, şeyhülislam ve devletin ileri gelenlerinin ziyaretinden sonra saraydaki hanımların da, valide sultan başta olmak üzere, hırkayı ziyaret ettiklerini öğrendim. Mesela Sultan Üçüncü Mehmet, Eğri Seferi’ne bu hırkayı götürmüş. Minyatürü bile var. Savaş devam ederken bir görevli başının üstünde bunu taşıyormuş. Bozgun olunca üzerine giymiş ve savaşı kazanmış. Diğer padişahlar da götürürler miydi hırkayı yanlarında?

Diğer padişahlar da sefere giderken, kendilerine bereket getireceğine inanarak Hırka-i Saadet’i yanlarında götürmüşlerdir. Hırka-i Saadet, sarayda padişahların oturdukları tahtın hemen yanı başında yer alırdı. Burada tarihi bir hatırayı da nakledeyim. I. Dünya Savaşı sonrası İttihat ve Terakki hükümetince İstanbul’un boşaltılması kararlaştırılmış. Hazine eşyası Konya’ya gönderilmiş, sıra padişah ve emanetlere gelmiş. O gün Sultan Reşad heyecandan bir türlü tıraş olmak için koltuğa oturamıyormuş. Aynı zamanda Hırka-i Saadet hademesinden olan Berberbaşı Şükrü Bey, “Müsaade buyurursanız, bu emânât-ı mukaddese İstanbul’da durdukça düşman ayak basamaz. Bu nakil işini tasvip buyurmayınız. Konya’ya gitmeniz de doğru olmaz.” demiş. Padişah bu söze hak verip hükümete karşı ayak diretmiş. O gün bu gündür emanetler ve İstanbul yerinde duruyor.