Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Ses Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Sünnetin Anlamı

SÜNNET:

ANLAMI, FONKSİYONU, TESBİTİ VE TEŞRİDEKİ YERİ

 

Ali Akyüz

Emekli, İHL meslek dersleri öğretmeni

Sünnet

Sünnet, lûgat mânâsı itibariyle, “gidişat, -iyi ya da kötü- takip edilen yol” demektir. Muhaddîsler, usûlcüler ve fukahâ ıstlahî mânâsı itibariyle sünneti, aşağıdaki ifadelerle tarif etmeye çalışmışlardır:

Muhaddîslere göre sünnet, “Ahkâma ve amele esas teşkil etsin etmesin, yaptıkları ve yapmaktan kaçındıklarıyla Allah Resûlü’nden (s.a.s.) -Hanefîler’in nokta-i nazarınca farz, vacib, sünnet, müstehab ve âdâp - bize intikal eden her şeydir.” Yani, Allah Resûlü’nün (s.a.s.) şemâilidir, hayat tarzıdır, sîretidir.

Usûlcülerin sünnet anlayışı biraz daha farklıdır. Onlara göre sünnet, “Resûlüllah’dan (s.a.s.) söz, fiil ve takrir olarak sâdır olan her şeydir.” Yani, Resûlüllah Efendimiz’in (s.a.s.) sözleri, davranışları ve ashâbında görüp de menetmediği veya sükûtla tasvip buyurduğu davranışlardır.

Fukahâ ise, sünnete bid’at mukabilinde ve teşrîe, yani farza, vacibe, harama esas teşkil etmesi açısından bakarlar. Bu mânâda sünnet, hadîsle aynı mânâda sayılabilir.

Hadîs, haber vermek ve haber, söz mânâsına bir isimdir. Daha sonraları, Efendimiz’e (s.a.s.) nisbet edilen her söz, fiil ve takrire hadîs denmiştir. İbn Hacer, “Şeriat örfünde hadîsten maksat, Efendimiz’e (s.a.s.) isnad edilen her şeydir.” der.

Sünnetin Çeşitleri

Bütün bu tariflerden anladığımız hususları şu üç kısma irca’ edebiliriz:

a. Kavlî Sünnet

Sünnet, Allah Resûlü’nün (s.a.s.) mübarek sözleridir; yani sünnetin bir bölümünü O’nun nurlu sözleri teşkil eder ki, bunlar, Kur’ân’da yer almayan, fakat bütün fukahâca fıkıh kitaplarına alınıp, pek çok hükme esas kabul edilen O’na ait nurefşan beyanlardır ki, misal olarak şunları zikredebiliriz:

a. Efendimiz (s.a.s.), “Varise vasiyet yoktur.”1 buyururlar. Yani, miras bırakan kimse, kendisine vâris olacak biri için mirasından vasiyette bulunamaz.

b. Yine, usûl-i fıkıhta yer alan bir başka mübarek sözlerinde Efendimiz (s.a.s.), “Zarar verme ve zarara zararla mukabele etme yoktur.”2 buyurmuşlardır. Yani, kimseye zarar verilemeyeceği gibi, birine zarar veren kişiye de zararla mukabele edilemez.

c. Allah Resûlü’nün bir diğer mübarek sözlerinde ise şöyle buyurulmaktadır: “Yağmurların ve akarsuların suladığı arazide öşür (onda bir), hayvanlar ile sulanan arazide öşrün yarısı (yirmide bir) zekât vardır.”3

d. “Deniz suyuyla abdest alabilir miyim?” diye soran bir sahâbîsine Allah Resûlü, dünya kadar fetvalara esas teşkil edecek şu mübarek sözüyle karşılık verir: “Onun suyu temiz, ölüsü de helâldir.”4

b. Fiilî Sünnet

Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) davranışları ve hareketleriyle ortaya koyduğu sünnetdir ki, bunlarla konulan hükümler, Kur’ân’da sarihen zikredilmemiştir. Meselâ; Kur’ân-ı Kerim’de namaz emredilmiş olduğu ve bazı yerlerinde “rükû edin, secde edin” gibi emirler bulunduğu; hattâ umumi bazı vakitler zikredildiği hâlde, kesin olarak hangi vakitlerde ve kaç defa namaz kılınacağı, namazın nasıl eda edileceği, onun farzları, vacipleri ve nelerin namazı bozduğu açıklanmamıştır. Bütün bu hususlarda, sünneti nazara veren Efendimiz (s.a.s.): “Beni, nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle kılın.”5 buyurarak, sünnetin husûsî teşrî’ine işaret etmişlerdir. [Bu noktada, Efendimiz’in namazının önceki ümmetlerin namazı gibi olduğu da asla söylenemez; kaldı ki, bu noktada tek bir kayıt bile yoktur.] Yine, menâsik-i hacc mevzuunda da Efendimiz, “Haccın menasikini benden alın.”6 buyurmuşlardır. Yani, sünnet olmasaydı, nasıl, ne zaman, kaç vakit, kaç rekât namaz kılacağımızı ve nasıl haccedeceğimizi bilemeyecektik.

c. Takrirî Sünnet

Resûlüllah (s.a.s.), ashâbında gördüğü bazı hoşuna gitmeyen davranışları usûlünce tenkid buyururlardı. Meselâ minbere çıkar ve isim tasrih etmeden, “Cemaate ne oluyor ki, falan şöyle yapıyor?!” diye ikaz ve tembihte bulunurlardı. Bu arada, bazen de gördüğü davranışları menetmez ve sükûtuyla onları tasvip buyururlardı ki, bu da sünnetin takrirî kısmını teşkil etmektedir. Hadîs ve fıkıh kitaplarında bu kısmın misalleri de çoktur.

Sünnetin Fonksiyonu

Sünnetin Kur’ân-ı Kerim’den ayrı bir teşrî’ kaynağı olmasının ve Kur’ân gibi bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılarak, farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah, âdâp, mekruh, müfsid adına ölçüler koymasının yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’in mücmelini tafsil, mübhemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlağını takyid fonksiyonu da vardır. Şimdi, bazı misallerle bu hususu da kısaca açıklamaya çalışalım:

1. Sünnetin Kur’ân’ı Tefsiri

“İman ettiler ve imanlarına zulüm karıştırmadılar: İşte, emniyet onlar içindir ve onlar, hidayete ermişlerdir.”(En’âm/6: 82) âyeti nazil olunca, zulüm Kur’ân’da had bilmezlik, sınırı aşmak gibi çeşitli mânâlarda kullanıldığından, ashâb endişeyle Resûlüllah’a gelerek, “Hangimiz var ki, zulmetmemiş olsun?” dediler. Bunun üzerine de Allah Resûlü (s.a.s.), bu âyette kastedilen zulümle ilgili olarak şu açıklamada bulundular: “O, sizin zannettiğiniz gibi değil; o, Hz. Lokman’ın oğluna dediği gibidir: ‘(Oğulcuğum): Allah’a şirk koşma; muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür’ (Lokman/31: 13)”.7

2. Sünnetin Mücmeli Tafsil Etmesi

Sünnet-i Seniyye, pek çok müphemi tefsir etmesinin yanı sıra, pek çok mücmel mes’eleleri de tafsîl etmiştir.

Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de: “Namazı ikâme edin.” diye emredilir; fakat, namazın nasıl kılınacağı açıklanmadığı gibi, ne zaman kılınacağı da açıklanmaz. Bütün bunların açıklanmasını, Hz. Cebrail’in rehberliğinde Peygamber Efendimiz yapmıştır.8 Allah Resûlü, namazın farzları, vacibleri, müstehabları, mekruhları, müfsidleri, rükûu, sücûdu, kıraati, tahiyyâtı ve selâmla namazdan çıkılmasında da biricik kaynaktır.

3. Sünnetin Bazı Hükümleri Tahsîsi

Kur’ân-ı Kerim’de mirastan umumi olarak bahsedilir ve, “Allah size çocuklarınız hususunda farz kılıyor: Erkeğe, iki kadının payı kadar vardır.” (Nisâ/4: 11) buyurulur. Umumî mânâda, nebî olsun velî olsun, safiy olsun, mukarreb olsun, herkes bu âyetin şümûlüne dahildir. Ancak, Efendimiz’in dâr-ı bakaya rihletlerinden sonra, kızı Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir’den babasının mirasını almaya geldiğinde, Resûlüllah’ın Halifesi (r.a.) kendisine, Resûlüllah’tan duyduğu şu hadîs-i şerifi okudu: “Biz peygamberler topluluğu geriye miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız, ancak sadakadır.”9 Bu hadîs-i şerifiyle Efendimiz (s.a.s.), Kur’ân’ın umumî bir hükmünü tahsis etmiş olmaktadırlar.

Aynı şekilde: “Kâtil mirasçı olamaz.”10 hadîsi de, kâtilin mirasçı olamayacağını, meselâ, babasını öldürenin babasından, amcasını öldürenin amcasından, dayısını öldürenin dayısından, kardeşini öldürenin de kardeşinden miras alamayacağını hükme bağlayarak, Kur’ân-ı Kerim’in mirasla alâkalı umumî hükmünü bu noktadan tahsis etmiştir.

4. Sünnetin Bazı Ahkâmı Takyîdi

Sünnet, Kur’ân-ı Kerim’in mutlağını takyîd eder. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de: “Erkek ve kadın hırsızın, yaptıklarının karşılığında bir cezâ ve Allah’tan ibret verici bir ukûbet olmak üzere ellerini kesin.” (Mâide/5: 38) buyurulur. Bu mutlak bir emirdir. Ancak, hangi şartlarda ve ne miktarda hırsızlığın böyle bir cezâ ile tecziye edileceği açık olmadığı gibi, elin neresinden kesileceği de açıkça belirtilmemektedir. Kur’ân-ı Kerim’in abdest âyetinde: “Ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın.” (Mâide/5: 6) buyurularak, kolun en azından dirseklere kadar olan kısmı “el” kelimesinin şümûlüne dahil edilmektedir. İşte, hırsızlık suçu karşısında elin neresinden kesileceğini bize anlatan ve bu şekilde Kur’ân-ı Kerim’in mutlak bir hükmünü takyîd eden de yine sünnet-i mütahharadır.

Kezâ: “Mallarınızı aranızda (çalıp çırparak, ihtikârla, irtişâyla, ribâ ile) bâtıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticarî mübadeleyle yiyin.” (Nisâ/4: 29) âyetini de, yine sünnet-i mütahhara bir hususta takyîd etmiş; “Meyveleri, tam belirli hâle gelinceye kadar satmayın.”11 diyen Allah Resûlü (s.a.s.), âyette anlatılan hususa ayrı bir kayıt daha getirmiştir.

Sünnetin Tesbiti

İslâm’ın iki temel esasından biri olarak sünnet-i seniyye, Kur’ân’la birlikte tesbit edilmiş, yazılmış, ezberlenmiş ve günümüze kadar da gelmiştir. Şimdi, bu kutlu hâdiseyi sebep, seyir ve hususiyetleri içinde ele almaya çalışacağız: A. Sünnetin Tesbitinin Zarûrî Oluşu Sünnet, Allah Resûlü’nün hayatıdır; İslâm’ın yaşanma şekli, Allah’ın ve Resûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanma modelidir. Allah (c.c.), habîbi ve resûlü Hz. Muhammed Mustafâ’yı (s.a.s.), yolların ayrımında, bütün insanlara doğruyu göstermekle tavzif buyurmuştur. O da, bunu sözleri, fiilleri ve takrirlerinden müteşekkil sünnet-i seniyyesiyle yapmıştır ve yapmaktadır. Sünnet, Resûlüllah’a açılan bir penceredir ve o her asırda her şahsa uzanan ve üzerinde yürünmekle İslâm’ın yümn ve bereketine ulaşılan kutlu ve mübarek bir yoldur. Nerede samimî bir kalb “Hz. Muhammed (s.a.s.)” derse, tıpkı bir televizyon ekranı gibi onun mir’ât-ı ruhuna Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) tecelli eder ve “nedir istediğin, söyle?” der. Evet O, hadîsinin, sünnetinin takrir edildiği, halkalar teşkiliyle müzakere olunduğu her yerde ruhen hazırdır.

B. Sünnetin Tesbitine Tesir Eden Âmiller

Sahâbe, sünnetin ehemmiyetini çok iyi kavramıştı. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim, Allah Resûlü’ne iniyor, O’nun tarafından tebliğ ediliyor, açıklanıyor ve yaşanıyordu ki, anlamanın bütün faktörleri O’nda mevcuttu.

1. Kur’ân’ın Sünnete Teşviki

(Farz, vacib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Resûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının.” (Haşr/59: 7)

Âyette geçen ve meçhuliyet ifade eden ‘mâ’, Resûl’ün getirip tebliğ buyurduğu ve nehyettiği her şeyi içine alır. Âyetin devamında, “Allah’tan korkun!” denilerek, bunun bir takvâ meselesi olduğu ve kılı kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Sahâbe bunu çok iyi anlıyor ve Resûlüllah’ın her sözüne, her fiil ve takrîrine uymakla takvânın kazanılabileceğini, yani Allah’ın korumasına girilebileceğini düşünüyor ve hayatını hep O’nun vesayetinde sürdürüyordu. Keza: “Şüphesiz, Resûlüllah’ta sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü uman ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir misal vardır.” (Ahzâb/33: 21) âyet-i nurefşanı, şu eğri büğrü yollarda, şu bin bir badire içinde, şu iç içe handikaplar ağında ve gâileli yürüyüşte ancak Resûlüllah’ın sünnetine temessükle sahil-i selâmete çıkılabileceğini ilân ediyordu. O’nu bulan ve uğrunda seve seve can veren sahâbe-i kirâm hazerâtı da, O’nun kapısına yöneliyor, O’nun attığı her adımı, her hareketi, söylediği her sözü yüz işmizazlarına, tebessümlerine ve el işaretlerine varıncaya kadar takip ediyor, belliyor, yaşıyor ve naklediyorlardı.

2. Resûlüllah’ın Teşviki

Efendimiz, “Allah, bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü (bazı yüzlerin ağarıp, bazılarının kararacağı günde) ak etsin ve güldürsün.”12 sözüyle sünnetinin bellenmesini ve başkalarına tebliğ edilmesini teşvik ediyor ve böyle yapanlara da duacı oluyordu.

Mekke’nin fethinden az önce, Rabîa Kabilesi’nden Abdü’l-Kays heyeti Resûlüllah’a gelerek: “Yâ Rasûlallah, biz sana çok uzak mesafelerden geliyoruz. Aramızda Mudar kâfirlerinden falan kabile var. Bu yüzden de haram ayların dışında sana gelmemiz mümkün değil. Bize kısaca bir şeyler emret de, arkada bıraktıklarımıza haber verelim, verelim de o sebeple biz de Cennet’e girelim.” dediler. Allah Resûlü (s.a.s.), onlara bazı şeyler emretti, bazı şeyleri de yasakladı ve sözlerini şöyle bağladı: “Bunları hıfzedin ve arkanızdakilere de haber verin.”13 Yine, Vedâ Hutbesi’nin sonunda da, “(Sözlerimi) burada bulunan, bulunmayana tebliğ etsin.”14 buyurdular.

Ayrıca Efendimiz, Kur’ân’ı tâlim ettiği gibi, kendi sünnetini de aynı titizlikle tâlim buyururlardı. İbn Mes’ûd Hazretleri, “Bize, Kur’ân âyetlerini tâlim eder gibi, Tahiyyât’ı da tâlim ederdi.”15; bir başka ifadelerinde de: “Kur’ân âyetlerini talim eder gibi, istihâre duasını da tâlim ederdi.”16 demektedir.

Allah Resûlü, söylediklerini herkes bellesin diye ağır ağır konuşur ve söylediği şeyleri ekseriya üç defa tekrar ederdi. Bu hususta Hz. Âişe validemiz (r. anha): “Resûlüllah (s.a.s.), sözü -sizin birbirinize zincirleme söylediğiniz gibi değil- ayıra ayıra söylerdi; saymak isteyen, O’nun kelimelerini sayabilirdi.”17 der. O, bununla da kalmaz, ashâbına sunduğu her şeyin, bir araya gelinip karşılıklı gözden geçirilmesini ve müzakere edilmesini teşvîk ederlerdi.18

3. Sahâbe-i Kirâmın İştiyakı

Allah Resûlü’nün ashâbı, gerek Kitabı, gerekse sünneti öğrenme, müzakere etme ve nakletme hususunda alabildiğine hâhişkâr idiler. Evet onlar, kendilerini bir ateş çukurunun kenarında yakalayıp, berd ü selâma çıkaran Allah Resûlü’nün, hayat veren o nurlu sözlerini, fiillerini, takrirlerini belliyor ve bunları sürekli aralarında müzakere ediyorlardı. Bu hususta Enes b. Malik, “Biz, Resûlüllah’ın (s.a.s.) yanında otururken, O’ndan bir söz işitir, yanından ayrılınca da, onu aramızda anar ve müzakere ederdik.”19 demektedir. Aynı şekilde, bilhassa Suffe Ashâbı, gecelerini namaz kılarak, Kur’ân okuyarak ve ders yaparak geçirirlerdi; o kadar ki, bazen tamamının birden, bir muallimin etrafına toplanıp, sabaha kadar ders gördükleri olurdu.

Bir de bu ışık topluluğu, erkeğiyle kadınıyla, Efendimiz’den aldıkları: “Benim bu mescidime gelen hayır için, hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelir. Böyle bir kişi, Allah yolunda mücâhede eden kişi mevkiindedir.”20 gibi teşviklerle, O’ndan öğrenip bellediği her şeyi, bir ibadet neşvesi içinde başkalarına taşıyor ve bu kevserden herkesin yararlanmasını istiyorlardı. Kadınlar, kaç defa gelip: “Yâ Rasûlallah, sözlerini dinlemek için, erkeklerden bize yer kalmıyor. Bize ayrı bir gün tahsis buyursanız.” diye ricada bulunuyorlardı. Efendimiz de onların ricasını kırmıyordu.21

4. İz Bırakan Sözler ve Unutulmayan Hâdiseler

Resûl-i Ekrem, çok defa öylesi hâdiseler münasebetiyle ve öyle şartlar altında konuşuyorlardı ki, o şartlarla koordinatlanan sözlerin bellenmemesi ve bellendikten sonra da unutulması mümkün değildi.

Meselâ:

1. Allah Resûlü’nün mânevî kardeşi Osman İbn Maz’ûn vefat etmişti. Allah Resûlü’nün bu vefat karşısında göz yaşları dökmesi karşısında bir kadın, “Ne mutlu sana Osman, Cennet’te bir kuş oldun.” deyiverdi. Allah Resûlü, hemen tavrını değiştirerek, kadına, “Ben peygamberim, bilmiyorum; sen ne biliyorsun.” demişti ki, insan üzerinde şok tesiri yapan böyle bir hâdiseyi ve hele bu hâdise münasebetiyle Allah’a karşı birini temize çıkarmanın kimseye düşmeyeceğini, “Vallahi, bundan böyle kimseyi tezkiye etmem.”22 diyen o kadın ve orada bulunan diğer sahâbînin unutmasına imkân var mıdır?

2. Sahâbe-i kirâm, Allah Resûlü’ne (s.a.s.) karşı fevkalâde edepliydi. Dışarıdan biri gelsin de bir şey sorsun diye beklerlerdi. Derken bir gün, Resûlüllah’ın (s.a.s.) huzurunda otururlarken bir bedevî, (Dımam İbn Sa’lebe) içeri girdi ve bir hayli kabaca: “Hanginiz Muhammed’siniz?” dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), ashâbı arasında sırtını bir yere dayamış oturuyordu ve sahâbe: “İşte, şu sırtını duvara dayamış olan beyaz tenli insan” diye karşılık verdi. Adamcağız, bu defa: “Ey Abdülmuttalib’in oğlu” diye hitab etti. Efendimiz: “Seni dinliyorum.” buyurdular. Adam: “Sana bazı şeyler soracağım; ama, soracaklarım pek ağırdır, sakın gönlün benden incinmesin.” dedi. Efendimiz de: “Aklına geleni sor.” buyurunca, Dımam: “Senin ve senden evvelkilerin Rabbi aşkına söyle: Allah mı seni bütün bu halka peygamber olarak gönderdi?” Efendimiz: “Evet!” buyurdu. “Allah aşkına söyle, bir gün bir gece içinde beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?” Efendimiz: “Evet!” cevabını verdi. Adam, orucu, zekâtı da aynı şekilde sorup, hep “evet!” cevabını aldıktan sonra: “Sen Allah’tan ne mesaj getirdinse, ben ona iman ettim. Kavmimin geride kalanlarına da elçiyim. Ben, Sa’d b. Bekr Kabîlesi’nden Dımam b. Sa’lebe’yim.” açıklamasında bulundu.23

Şimdi, bu vak’ayı ne Dımam İbn Sa’lebe’nin, ne kavminin, ne de o gün mecliste bulunup da, önce onun saygısızlığını, sonra da gözleri yaşartacak imanını gören sahâbe-i kirâmın unutması mümkün mü? Hayır; aslâ ve kat’a. Zihinlerin kendisiyle bütünleştiği bunca şok hâdisenin unutulması mümkün değildir.

3.Bir gün Allah Resûlü (s.a.s.), Übeyy b. Kâ’b’ı çağırdılar ve: “Sana ‘Beyyine’ sûresini okumamı, Allah bana emretti.” buyurdular. Übeyy b. Kâ’b Hazretleri: “Allah sana benim ismimi de andı mı?” diye sordu. Efendimiz’de: “Evet, andı.” cevabını vermesi üzerine gözleri yaşla doldu ve: “Demek, Rabbü'l-âlemin katında anıldım.”24 dedi.

Bu hâdise, Übeyy ve ailesi için öyle bir şerefti ki, aradan bir asır geçtikten sonra torunu: “Ben Allah’ın, kendisine Beyyine sûresini okumasını Resûlü’ne emrettiği zâtın torunuyum.” diyecekti.. Bunu unutmak, ne Übeyy için, ne ailesi, ne de çocukları ve torunları için mümkün değildi.

5. Sahâbenin Dikkat ve Ciddiyeti

Bunlardan başka sahâbe-i kirâm, o işe programlanmışçasına, Kur’ân’ın ve sünnetin bir harfinin bile zâyî olup gitmesine tahammülleri yoktu. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) ağzından çıkacak tek bir harfin bile zâyi olup gitmemesi için ölesiye bir tehâlük gösteriyorlardı. Çünkü, Allah Resûlü, kendilerine dinlerini açıklıyor ve öğretiyordu. Onlara Kur’ân’ın tefsirini sunuyor ve ebedî hayatı kazandıracak düsturları tâlim ediyordu. Dolayısıyla onlarda, kapalı hiçbir şey kalmamasın istiyorlardı.

Emevî hilâfetinin daha ilk yıllarında, İslâm askerleri İstanbul surları önünde savaşıyorlardı. Bu arada, bir yiğit, yalın kılıç ortaya atılmış, sağa sola koşuyor ve düşman saflarına saldırıyordu. Onu böyle gören askerler bağırıyor ve: “Sübhanallah, kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor.” diyorlardı. Bunun üzerine, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri (r.a.) hemen öne atıldı ve: “Ey insanlar siz, bu ‘Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın’ âyetini yanlış te’vîl ediyorsunuz. Bu âyet, biz Ensar topluluğu hakkında nâzil olmuştur. Allah, İslâm’ı kuvvetlendirip de, onun yardımcıları çoğalınca, biz de kendi aramızda, ‘Allah, İslâm’ı güçlendirdi ve İslâm’ın yardımcıları çoğaldı. Artık, biraz da ziyan olan mallarımızın telâfisine çalışsak; kaybettiğimiz dünyalığımızı yeniden kazanmaya baksak iyi olacak’ dedik. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, işte bu âyeti inzal buyurdu ve bize şunları hatırlattı: ‘Varınızı, yoğunuzu Allah yolunda harcamamak, infak etmemek suretiyle kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Asıl tehlike, malların üzerine oturmak, gazâyı terketmek ve dünyalığa dalmaktır.’”25

İşte, sahâbî, Resûl-i Ekrem’den dinini doğru olarak böyle öğreniyor, tahkik ediyor ve en ufak bir yanlış anlamaya meydan vermiyordu.

6. Kur’ân ve Sünnetin Oluşturduğu Orijinal Ortam

İlk hâlleri itibariyle o iptidaî topluluk içinde İslâm adına gelen her şey çok orijinaldi. O günün insanı her şeyi o kadar yeni, o kadar cazip buluyordu ki, inançlarını, zihniyetlerini, tavır ve davranışlarını değiştiriyor ve akıl almaz bir farklılık gösteriyorlardı. Daha doğrusu çölde çadırda yaşayan bu bedevî kavim, çok kısa bir zamanda hem de kıyamete kadar gelecek insanlığın mürebbîleri olmaya hazırlanıyordu. Evet, her gün semadan yeni yeni sofralar iniyordu onların önlerine. O saf, o duru, o hiçbir şeyden haberdar olmayan cemaat, her gün yeni bir şeylerle karşılaşıyor yeni yeni şeylere muhatab oluyordu. Onlar, fıtraten son derece zeki ve hâfızaları alabildiğine kuvvetliydi ki; bir defa söylenileni bile beller ve bir daha da unutmazlardı. Hâfıza fonksiyonunun bilgisayara devredildiği ve nesillerin hâfıza malûlü olduğu şu zamanda bile öyle hâfıza dâhîleri çıkmaktadır ki, Kur’ân-ı Kerim’i iki ayda, üç ayda hıfzedebilmektedir. Halbuki, o bâdiyenin sade ve safdil insanlarının her biri birer hâfıza dâhîsiydi. Duydukları şeyi hemen ezberliyorlar ve bir daha da unutmuyorlardı.

Öyle ki daha Mekke’nin fethinde Resûlüllah’ı dinleyenlerin sayısı on bini aşıyordu. Bu ilim-irfan seferberliğinde, erkeklerin yanında kadınlar, onların arasında da Efendimiz’in pâk zevcelerinin hizmeti başlı başına bir destandı. Böyle hızlı bir tempo ile sürdürülen irşat ve tebliğ, tâlim ve terbiye sayesinde bir iki sene sonra Veda Haccı'na gidilirken Efendimiz’in etrafında yüz bini aşkın insan toplanmıştı. Bu hacc esnasında, değişik yerlerdeki hutbeleri ve fetvaları büyük ölçüde sünnet yörüngeliydi ki, başlı başına bir te’life esas teşkil edebilirdi. Onlar, hep Resûlüllah’ı dinlediler, bellediler, tahkik ettiler, yaşadılar ve naklettiler... Böylece sünnet de, Kitab gibi o pâk kanallardan başlayarak, yine pâk kanallardan geçe geçe bugünlere geldi ulaştı.. ve tabiî kıyamete kadar devam edecek “anil-merkez” gücüyle...

C. Sahâbe-i Kirâmın Sünnete İttibâda Gösterdiği Hassasiyet

Kur’ân-ı Kerim, nasıl Efendimiz’in risaleti ve sunduğu mesaj mevzûunda hassasiyet gösteriyor, sahâbe-i kirâm da, aynı şekilde O’ndan gelen her şeyi kemâl-i hassasiyetle kabulleniyor, korumaya alıyor ve neşrediyorlardı. Ne Efendimiz’in (s.a.s.) getirdiği esâsâta muhalif bir şey ortaya koymayı düşünüyor, ne de O’na muhalif bir beyanda bulunmayı akıllarının köşesinden geçiriyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in tabiriyle, O’ndan gelen her şeyi “içiyor” gibi alıyor ve belliyorlardı. Evet, onların ruhuna hakikat sevgisi, hakikatin yeryüzündeki tek temsilcisi Hz. Muhammed (s.a.s.) sevgisi içirilmişti. Dolayısıyla, sünnet mevzuunda çok titizdiler. Nasıl titiz olmasınlar ki, Kur’ân-ı Kerim, meseleyi bir iman mevzuu olarak ele alıyor ve: “Hayır hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında anlaşmazlığa bâdî mes’elelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir teslimiyetle sana teslim olmadan iman etmiş olmazlar.” (Nisâ/4:65) buyuruyordu.

Bir gün Hz. Ömer (r.a.), el parmaklarının diyeti mevzuunda içtihadda bulunmuştu. Sahâbeden biri ona itiraz edip: “Ey Mü’minlerin Emîri! Ben Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.) duydum, buyurdular ki: Bir elin beş parmağı, iki elin on parmağı, el için kararlaştırılan diyet ne ise onu eşit olarak bölüşürler. İki el tam bir diyet, bir el de onun yarısıysa, tek tek her parmağa on deve düşer.” Hz. Ömer, beyninden vurulmuşa döndü ve: “Ey Hattaboğlu! Resûl-i Ekrem’in eserinin olduğu yerde, sen nasıl içtihad edersin?” dedi.26 Evet sünnet, sünnet insanında kendisini bütün ağırlıyla hissettiriyordu.

Sahâbenin fakirlerinden Abdullah İbn Sa’dî naklediyor: “Hz. Ömer ganimetlerden bana bir pay ayırdı. Ben: “Ey Emîre’l-Mü’minin, beni bu mevzûda zorlama.” dedim. Bana dedi ki: “Vallahi, ben de senin gibiydim. Bir defasında, Allah Resûlü (s.a.s.), bana bir şey vermek istediğinde istiğnâ gösterdim. Buyurdular ki: ‘Al bunu, mal edin kendine, istersen tasadduk edersin. Sen istemeden, beklemeden, dileyip dilenmeden sana bu dünya malından gelirse al, bunda beis yoktur’. Ben, sana Resûlüllah’ın sözünü tekrar ediyorum. O'nun, hakkımızda bu mevzuda verdiği hüküm budur.”27

Hz. Ali (r.a.), Meysere İbn Yakub’un rivâyetine göre, Kûfe’deyken bir defasında ayakta su içti. Meysere: “Ayakta su mu içiyorsun?” diye sorunca da şu cevabı verdi: “Ayakta içmişsem Resûlüllah’ı (s.a.s.) ayakta içerken gördüğümdendir; otururken içersem, Resûlüllah’ın oturarak içtiğini gördüğümdendir.”28

Ebû Ubeyde (r.a.) başkumandanken, Amvâs’ta İslâm ordusuna veba musallat oldu. Hz. Ömer, Amvâs’a kadar gelmiş ve vefakâr dostu Ebû Ubeyde’yi ziyaret etmek istemiş ama, salgın vebadan dolayı Amvâs’a girmesi uygun görülmemişti. Görülmemişti ama, askerlerini ve hele Ebû Ubeyde’yi görmeden oradan ayrılmayı hazmedemiyordu. O, bu düşünceler içindeyken, Abdurrahman İbn Avf geldi ve: “Yâ Emîre’l-Mü’minîn, ben Resûlüllah’tan şunu işittim, buyurdular ki: ‘Bir yerde vebâ çıktığını duyarsanız, oraya adımınızı atmayın; bulunduğunuz yerde vebâ başgösterirse, o zaman oradan çıkmayın.” Hz. Ömer Efendimiz (r.a.), sünnet hatırına vefakâr dostunu göremeyerek, içi yana yana bulunduğu yerden geri döndü.29

D. Rivâyetlerde Gösterilen Hassasiyet

Sahâbe-i kirâm olsun, ihsanla onlara ittiba eden tabiîn-i izâm ve tebe-i tabiîn-î fihâm olsun, hepsi de duyduklarını hemen kabul ediveren insanlar değildi. Bunlar kalben çok safi olmakla beraber, bu mevzûda titiz ve ehl-i tahkik idiler.

1. Efendimiz’in (s.a.s.) Tahşidatı

Her şeyden önce şu husus iyi bilinmelidir ki, Resûlüllah (s.a.s.) Efendimiz: “Kim benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem'deki yerini hazırlasın.”; bir rivâyette: “Kim kasden benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem'deki yerini hazırlasın.”30 buyurmuşlardı. Doğruyla yalanın arasındaki farkın, Resûlüllah (s.a.s.) ile Müseylimetü’l-Kezzâb veya gökle yer arası kadar birbirinden uzak bulunduğu o dönemde, en büyük ve en mühim hususiyetin doğruluk olduğu düşünülecek olursa, o ışık asrında her mü’min, hele bu mü’min sahâbî ve sahâbeyi takip eden tabiînden ise, bırakın Efendimiz’e karşı yalan söylemeyi, Efendimiz’i hevâ ve hevesleri istikametinde konuşturmayı, en ufak bir yalanı bile söylemeleri mümkün değildi. O kadar ki, Hz. Ali Efendimiz (r.a.): “Ben, size Resûlüllah (s.a.s.) Efendimiz’den bir şey söylerken, (öyle dikkat eder, öyle söylerim ki,) gökten yere düş(üp parça parça olmak) benim için, O’nun üzerine yalan söylemekten daha ehvendir.”31 buyururlardı.

2. Sahâbe ve Tabiînin Temkini

Meselenin bu denli hassasiyet istemesi, sahâbeyi öylesine titiz ve temkinli yapmıştı ki, pek çoğu hadîs rivâyet etmekten âdetâ ürkerlerdi. İlk Müslümanlardan olup hakkında sahâbe-i kirâmın: “Biz, onu tanıdığımız andan itibaren Ehl-i Beyt-i Resûl’den bir ferd olarak bilirdik.” diyecek derecede hâne-i saâdete teklifsiz girip çıkan Abdullah İbn Mes’ûd hazretleri, kendisinden bir hadîs rivâyet etmesini istediklerinde: (Resûlüllah buyurdu ki) diye başlar ve sonra gözleri dolar, başını eğer, yukarı kaldırır, derin bir soluk alır, düğmelerini çözer, göğsü açılır nihayet hadîsi rivâyet eder, sonra da: “(Bak, ben hâfızamdan bir şey söylüyorum ama bilin ki, Resûlüllah) bunun üç aşağı-beş yukarı veya buna yakın yahut da buna benzer bir şey buyurdu.”32 şeklinde ikazda bulunmayı da ihmal etmezdi.

Resûlüllah’ın havârisi ve Aşere-i Mübeşşere arasında bulunmakla serfiraz Hz. Zübeyr b. Avvâm, o kadar az hadîs rivâyet etmiştir ki, bir gün oğlu kendisine: “Baba, sen neden hadîs rivâyet etmiyorsun?” diye sorduğunda: “Bir kelimede bile Resûlüllah’a muhalefet ederim diye ödüm kopuyor. Çünkü O: ‘Benim üzerime yalan söyleyen, Cehennem’deki yerini hazırlasın.’ buyurmuştur.”33 şeklinde cevap vermişti.

Tam on yıl bilâ-fasıla, Resûlüllah’a (s.a.s.) hizmet etmiş bulunan Hâdim-i Nebevî Hz. Enes İbn Mâlik (r.a.), bir gün: “Eğer hata ederim endişesi ve korkusu olmasaydı, Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.) daha çok şeyler anlatırdım.”34 buyurmuştu.

Beş yüz sahâbiyle görüştüğü söylenen Abdurrahman İbn Ebî Leylâ: “Yüz yirmi sahâbi tanıdım ki, -bir mescidde aynı anda yüz yirmisi de oturuyor olabilir- kendilerine bildikleri bir şey sorulduğunda hep birbirlerinin yüzlerine bakarlar; konuşurken, Resûlüllah’ın sözlerine bir kelime karıştırıveririm korkusuyla başkasının cevap vermesini bekler, kimse cevap vermeyince de nihayet bunlardan biri dişini sıkar ve Allah’a dayanarak, -İbn Mes’ûd gibi hatırlatma yapar ve- rivâyette bulunurlardı.”35 demektedir.

a. Aynen Rivâyette Hassasiyet

Râvinin lisana tam mânâsıyla vâkıf olması, mânâyı ifade için kullandığı kelimenin siyak ve sibakı (öncesi ve sonrasıyla metin içindeki yeri) arasında yabancı bir kelime olduğu imajını uyandırmaması ve hadîsin lâfzının unutulmuş olması gibi belli şartlarla rivâyet bi’l-mânâ, yani, hadîsi Efendimiz’den sâdır olmayan bir lâfızla rivâyet etmek câiz olmakla beraber, sahâbe-i kirâm, hadîsin bir kelimesi, hattâ bir harfi mevzuunda bile alabildiğine titizdi. Meselâ, bir gün Ubeyd İbn Umeyr, Abdullah İbn Ömer’in (r.a.) yanında şu hadîsi rivâyet eder: “Münafığın durumu iki sürü arasında gidip gelen bir koyuna benzer.” Yani münafık, kâfirlerle mü’minler arasında gidip gelen ve birinde karar kılamadığı için iki tarafça da kabul görmeyen bir tiptir; mü’minlerle düşüp kalktığı için, kâfirler nazarında hor ve hakîr görülür; bir mü’minin iç bütünlüğüne ulaşamadığı ve tam mânâsıyla iman edemediği için de, mü’minlerin nazarında hor ve hakir olur.

İbn Ömer, celâllenir ve: “Hayır, öyle demedi!” diye mukabelede bulunur. Umeyr: “Ya, nasıl dedi?” diye sorar ve İbn Ömer: “Ben Resûlüllah’tan böyle duydum.” diyerek, hadîste Efendimiz’in “iki sürü” mânâsında “rabîdayn” değil de, “ganemeyn” kelimesini kullandığını belirtir.36 Yani, muhalefeti tek bir kelimededir.

Sahâbenin gösterdiği bu hassasiyeti, aynıyla tabiîn ve tebe-i tabiîn de göstermiştir. Meselâ, meşhur Süfyan İbn Uyeyne şu hadîsi rivâyet eder: “Nebi (s.a.s.), kabaktan elde edilen ve ziftli kaplarda (koruk, üzüm, hurma üsâresi gibi) şıra kurmaktan menetti.” Daha sonra bu hadîs Süfyan’ın yanında bir başkası tarafından rivâyet edilirken, Süfyan’ın rivâyetinde geçen “yentebeze” yerine, aynı mânâya, fakat farklı kipte “yenbeze” kullanılır. Süfyan İbn Uyeyne, “Ben Zührî’den öyle duymadım. O, bu hadîsi şöyle rivâyet ediyordu.” diyerek itiraz eder ve hadîsi kendi rivâyet ettiği şekilde okur.37 İşte, sahâbe olsun, tabiîn ve tebe-i tabiîn olsun, hadîsin aynen Efendimiz’den geldiği şekliyle rivâyet edilmesi mevzuunda bu derece hassas idiler. Bu hassasiyet karşısında dün ve bugün, “Sahâbe ve tabiîn, Allah Resûlü’nden (s.a.s.) duydukları şeyleri kendi kelimeleriyle ifade ediyorlardı; dolayısıyla, bu şekilde intikal eden hadîslerin teşrîe esas teşkil edebilecek bir ağırlığı yoktur.” şeklinde yapılan iddiaların ne kadar boş ve mesnedsiz olduğu ortadadır.

b. Müzakere

Sahâbe-i kirâm, Resûlüllah’tan (s.a.s.) aldığını nakletmekle kalmıyor, aynı zamanda öğrenip belledikleri şeyleri aralarında müzakere de ediyorlardı. Kendileri müzakere ettikleri gibi, daha sonra talebelerinin de bu mes’eleleri müzakere etmelerini istiyorlardı. Meselâ, sahâbî efendilerimizden Ebû Saîdi’l-Hudrî ve İbn Abbas, talebelerine şöyle derlerdi: “Bu hadîsleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Onların bazısı bazısını hatırlatacaktır; dolayısıyla, bunları aranızda devamlı mütalâa etmelisiniz.”38

3. Sahâbe ve Tabiînin Tahkiki

Sahâbe, hadîsleri müzakere etmesinin yanı sıra, herhangi bir dinî mes’eleyle karşılaştıklarında, o mes’elede sünnetin bir hükmü olup olmadığını araştırır; hepsi de yalana kapalı, adalet ve istikamet insanları olmalarına rağmen, sünnetin o büyük ehemmiyeti ve teşrîdeki yerinden ötürü, duydukları her şeyi hemen kabul etmeyip, tahkik ederlerdi. Evet onlar, zekâ ve hâfıza dâhîleri oldukları kadar, ehl-i tahkiktiler de.

Bir defasında bir kadın, torununun mirasından pay almak için Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) müracaatta bulundu. Resûlüllah’ın Halifesi: “Kitâbullah’da sana bir şey verileceğine dair bir âyet görmediğim gibi, Resûlüllah’ın da (s.a.s.) bu mevzûda bir şey buyurduklarını hatırlamıyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Muğîre bin Şu’be (r.a.), ayağa kalkıp: “Resûlüllah (s.a.s.), nineye altıda bir hisse verirdi.” dedi. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.): “Senden başka bunu bilen var mı?” sorusu üzerine, Muhammed İbn Mesleme (r.a.), Muğire bin Şu’be’yi tasdik ederek: “Ben de aynı şeyi Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.) duydum.” diye şahidlikte bulundu. O zaman, Hz. Ebû Bekir (r.a.), o kadına altıda bir hisse verdi.39

Her şeyi inceden inceye tahkîk eden Hz. Âişe validemiz, bir gün Allah Resûlü’nün (s.a.s.): “Hesaba çekilen, muhakkak azaba maruz kalmıştır.” buyurması üzerine, “Böyle diyorsun ama, Allah, Kur’ân’ında bazıları için: ‘Sonra, hesapları görülür de, yumuşak-kolay bir hesaba çekilirler’ buyurmuyor mu?” diyerek, açıklama istedi. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz (s.a.s.), şu tavzihte bulundular: “Yâ Âişe, senin dediğin ‘arz’dır. Herkesin hesabı Allah’a arzolunacak. Fakat, hesapta Allah bir insanla münakaşaya tutuştu mu, kul, yaptıklarını inkâr edip de, Allah onun yaptıklarını bir bir sayıp döktü mü, işte o zaman insanın işi bitmiştir.”40

Yine, bir gün Ebû Musa el-Eş’ârî, Hz. Ömer’i ziyarete gelmişti; kapıyı üç kere çaldığı hâlde, girmesi için müsaade çıkmayınca geriye döndü. Hz. Ömer, meşguliyeti bitince: “Abdullah b. Kays’ın sesini işitmiştim; izin verin, girsin.” diye emretti. “Gitti.” dediler. Bunun üzerine, adam gönderip çağırttı ve Ebû Mûsâ’ya: “Neden gittin?” diye sordu. O da: “Resûlüllah bize, ‘Bir yere girmek istediğinizde üç defa kapıyı çalıp, izin isteyin. İzin verilmezse geri dönün’ diye emretti.” dedi. Hz. Ömer: “Ben, bunu duymadım. Böyle olduğuna dair muhakkak bir beyyine getirmelisin.” diye çıkıştı. Ebû Mûsâ, hemen Mescid-i Nebevî’ye koştu ve meseleyi oradakilere açtı. Übeyy b. Ka’b, “Bunun için büyüklerin şehadeti gerekmez; küçüklerimiz de bilir bunu.” diyerek, Ebû Saîd el-Hudrî’yi Hz. Ömer’e gönderdiler. Hz. Ömer (r.a.), bu şekilde davranmasının sebebini şöyle açıkladı: “Vâkıa, ben seni itham etmek istemedim. Fakat, rastgele insanların Resûlüllah’a yalan isnad etmelerinden korkarım.”41

Sahâbe-i kirâmın her biri ‘âdil’ olmasına ve yalana kapalı bulunmasına rağmen, tabiîn imamları, duydukları bir hadîsi başka sahâbîlerden de tahkik ederlerdi. Bu hususta Ebu’l-Âliye, “Biz, (Basra’da, Bağdat’ta, Horasan’da, Mâverâünnehir’de) nerede olursak olalım, Resûlüllah’ın ashâbından bir şey işittiğimiz zaman, onunla kanaat etmez, oradan göç eder, (Mekke’ye, Medine’ye gelir, işi kaynağından araştırır) kendi ağızlarından duyar, (başka sahâbîlere de sorar ve böylece itmi’nâna ererdik).”42 demektedir.

Müslim’in rivâyetinde Muhammed İbn Sîrîn: “Biz isnaddan sormazdık (birisi bize bir hadîs rivâyet ettiğinde, kimden aldığını araştırmazdık); ne zaman ki fitne çıktı, o zaman isnaddan sormağa başladık.”43 der. İlk dönemlerde isnaddan sorulmazdı; yani, Resûlüllah’dan bir hadîs rivâyet edildiğinde, bunun kimden alındığı tahkik edilmezdi. Ama, fitneye karşı kapı sayılan Hz. Ömer’in şehadetinden sonra Hz. Osman’ın katline ve Hz. Ali dönemindeki hâdiselere müncer olan fitneler başgösterince, az da olsa hadîs uydurmalar başladı. Bu tür uydurmalar başlayınca, sıdkı kendilerine şiar edinen büyük imamlar, artık “isnad”dan sorar ve duydukları her hadîsi tahkik eder olmuşlardı. Evet, Şu’be gibi, Şa’bî gibi, Sevrî gibi kimseler, artık bu işi yakın takibe almış ve takip eder olmuşlardı.

Endülüs’ün büyük âlimi, İbn Abdi’l-Berr, tabiînin dev imamlarından Âmir b. Şerâhil eş-Şa’bî’den rivâyet ediyor: Rabî' İbn Hüseyin: “Kim, on defa: derse, bir köle azad etmiş sevabını alır.” hadîsini rivâyet eder. Şa’bî, derhal: “Bunu sana kim söyledi?” diye sorar. “Abdurrahman İbn Ebî Leylâ” cevabını alınca, şedd-i rihal eder ve tabiînin bir başka dev imamı, dev fakîhi İbn Ebî Leylâ’yı bulur. Ona sorar ve rivâyetin sahih olduğunu anlar... İbn Ebî Leylâ da, bunu büyük sahâbî Ebû Eyyûb el-Ensarî’den duymuştur.44

a. Tahkik Yolunda Rihlet

Ashâb-ı kirâm, hadîsler mevzuunda böylesine hassâsiyet gösterdiği gibi, tek bir hadîs için ‘rihlet’ denilen seyahatler düzenleyecek kadar da sünnete ihtimam gösteriyordu. Tabiînin büyük fukahasından ve nice büyüklerin, önünde diz çöktüğü siyâhî Atâ bin Ebî Rebah’ın nakline göre, Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin kafasına bir hadîs takılır ve, “Bunu Resûlüllah’tan duyanlardan hayatta sadece Ukbe bin Âmir kalmıştır.” derler. O da, hayvanına binip, Ukbe bin Âmir’in yaşadığı Mısır yolunu tutar. Tek bir hadîs için, hem de bildiği bir hadîsi tahkik için Medine’den Mısır’a yapılan bir seyahattir bu. Mısır’a varınca, emir Mesleme İbn Muhalled’in evine uğrar ve yanına bir rehber alarak, Ukbe’ye varmak için ayrılır. İki dost sokakta karşılaşır, sarmaş-dolaş olur ve Ukbe’ye: “Bu hadîsi Hz. Peygamber’den işiten senden ve benden başka kimse kalmadı.” diyerek: “Her kim, dünyada bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”45 hadîsini okur. Ukbe’nin, hadîsi aynı şekilde tekrarlaması üzerine: “Ben bunun için gelmiştim; geliş gayemin içine başka bir şey karıştırmak istemem.”46 diyerek geri döner.

Yine, Buharî’nin rivâyetine göre, Ensar’ın ulularından Câbir b. Abdillah (r.a.), Abdullah İbn Üneys’in rivâyet ettiği bir hadîsi, bizzat onun ağzından işitmek için, bir ay süren bir yolculuğa çıkmış ve: “Hz. Peygamber’den bizzat işitmediğim bir hadîsi senin rivâyet ettiğini öğrendim. Onu işitmeden ikimizden biri ölür diye korktum ve sana geldim.” diyerek, hadîsi Abdullah b. Üneys’ten dinlemiş ve gerisin geriye Medine’ye dönmüştür.47

b. Tabiûnun Rihleti

Hadîs uğruna seve seve girişilen bu rihletler yalnızca sahâbeyle sınırlı da kalmamış; daha sonraki devirlerde de aynı şekilde devam etmiştir. Saîd İbnü’l-Müseyyib’in, gerektiğinde bir tek hadîs için günlerce yol katettiğini söylemesi,48 Mesruk İbnü’l-Ecda’nın, hadîsin tek bir harfi için bile yolculuk etmesi;49 Kesir İbn Kays’ın rivâyetine göre, Ebu’d-Derdâ’dan tek bir hadîs almak için bir ilim aşığının Medine’den Şam’a gelmesi ve daha pek çok seyahatler, bu mevzûda zikre değer misallerdir.50

4. Yalan ve Yalancının Takibi

Gerçekten o dönemde yalana karşı âdeta ilân-ı harp edilmişti. İbn Şihab ez-Zührî, İbn Sîrîn, Süfyan es-Sevrî, Âmir b. Şerâhil eş-Şa’bî, İbrahim İbn Yezîd en-Nehaî, Şu’be, Ebû Hilâl, Katâde İbn Diâme, Hişam ed-Destevâî, Mis’ar İbn Kudâm, evet hepsi de yalana karşı harp ilânında bulunmuşlardı ve birer hisbe memuru gibi yalanı ve yalancıyı takip ediyor ve yalanları doğrulardan ayıklıyorlardı.

Ebû Hilâl, Şu’be ve Saîd b. Ebî Sadaka, Katâde b. Diâme’den rivâyet ettikleri bir hadîste: “Şöyle mi demişti, böyle mi demişti.” diye tereddüde düştüklerinde, hakem olarak Hişam ed-Destevâî’ye müracaat ederlerdi. Şu’be ile Sevrî, herhangi bir meselede tereddüde düştüklerinde ise Mis’ar İbn Kudâm’a müracaat ederlerdi.51 Bunlar, mezheb taassubu içinde bulunan şahısları adım adım takip ederler; nerede olursa olsun yalan söylemeye müsait her şahsın karşısına dikilir ve söyledikleri her hadîsi “kimden duydun?” diye sorarlardı.

a. Hıfz Misyonu

İslâm Hadîs tarihi ve ilmi, dev hâfızlarıyla da, ilimler arasında müstesna bir yere sahiptir. Ahmed İbn Hanbel, içinde mükerrerler ve oğlu Abdullah’ın ‘Zevâid’i olsa bile, kırk bin küsur hadîs ihtiva eden meşhur Müsned’ini, değişik kanal, değişik sened, farklı metin, yani muhteva aynı olsa bile, sahihi, haseni ve zayıfıyla üç yüz bin hadîsten seçerek meydana getirdiğinde şüphe yoktur. Bütün hayatını hadîse, Allah Resûlü’nün mübarek sözlerine hasreden Yahya İbn Maîn, mevzû hadîsleri de ezberlerdi. Bir keresinde, Ahmed İbn Hanbel, neden böyle yaptığını sorduğunda: “Yanıma gelen insanlara bu mevzûdur, şu mevzûdur; bunların dışında kalanlardan alabildiğini alırsın derim.”52 cevabını vermişti. İmam Zührî’den Yahya b. Said el Kattan’a, Buharî ve Müslim’den Dârakutnî ve Hâkim’e uzanan çizgide daha dünya kadar nekkâd hadîs hâfızları yetişmişti.

b. Hakperestlik Duygusu

Yalanın takibi, yalana karşı tavır, hakkın hatırını âli tutma ve doğru olmayanın konuşulmasına meydan vermeme, o dönemlerin en önemli faziletleri arasındaydı. Meselâ, bir gün Hz. Ömer hutbe irad ederken: “Kadınlarınızın mehirlerini kırk ukıyyenin üstüne çıkarmayın.” demişti ki, maksûrenin ardından bir kadın: “O da niye ey Mü’minlerin Emiri? Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “onlara kantar kantar verdiğiniz altın ve gümüşten, onları boşayacağınızda hiçbir şey geri almayın.” derken, siz “kırk ukıyye diyorsunuz” şeklinde karşılık vererek, koca halîfeye: “Adam hatâ etti; kadın isabet etti.” veya “Ya Ömer, sen dinini bir kadın kadar dahi bilmiyorsun.”53 dedirtiyordu. Bu türlü durumlarda, Tabiîn imamları da aynı şekilde davranıyorlardı. Meselâ, Zeyd İbn Ebî Üneyse: Kardeşinin dikkatsizliğinden mi, vehminden mi, mezhep taassubundan mı, yoksa başka bir sebepten dolayı mıdır bilemiyorum, “Kardeşimden hadîs almayın.”54 diyordu. Sahâbî adına ilk te’lifte bulunan ve Buharî, Müslim seviyesindeki büyük hadîsçilerin imamı Ali İbnü’l-Medînî’ye: “Baban nasıldır?” diye sorulduğunda: “Bana değil, onu başkasına sorun.” cevabını veriyor; ısrar edilince de: “Hadîs dindir, babam ise zayıftır.” şeklinde konuşuyordu.55 Ebû Hanîfe Mektebi’nde yetişip, İmam Şafiî’ye üstadlık yapan ve, “Duyduğum bir şeyi unuttuğumu hatırlamıyorum; duyduğum bir şeyi ikinci defa tekrar ettiğimi de hatırlamıyorum.” diyen İmam Şafiî kendisine sû-i hıfzından şikâyette bulunduğunda, “Günahlardan sakın; çünkü ilim nurdur ve Allah’tan olan bu nur, âsiye hediye edilmez.” cevabında bulunan meşhur Vekî’ İbn Cerrah, babası hadîs rivâyet ederken dâima yanında bulunurdu. “Neden böyle yapıyorsun?” dediklerinde, şu cevabı verirdi: “Babam devletin hazine memurlarındandır. İhtimal, memuru bulunduğu devlet hesabına bazı sözleri yumuşatabilir. Yanında duruyorum ki, böyle bir za’f südûr ederse önleyeyim.”56

c. İlel Kitapları

İşte, bu büyük zâtlar, bir de bu mevzûda dünya kadar ilel kitapları yazdılar; yani, hadîslerin sened veya metinlerindeki arızaları, tam bir hekim hazâkat ve hassasiyetiyle ortaya koyan eserler tedvin ettiler. Zuafâ ve metrûkîn kitapları yazdılar; zayıf râvileri, kendilerinden hadîs alınmayan ve hadîsleri terkedilen râvileri birer birer teşhir ettiler.

Hadîsin dev imamlarından Abdurrahman İbn Mehdî, “Şu’be, Sevrî, İbn Mübarek ve İmam Malik’e, “Bu insanların çoğu yalanla itham ediliyorlar. (Biz de bunlar yalancıdır diye kitaplara alıyoruz. Bunları fâşetmek nasıl olur?) diye sordum. Dördü de, “Hadîs dindir, daha önemlidir; çünkü onda Hakikat-i Ahmediye gizlidir.” şeklinde konuştular.”57 der. Hadîs hususunda alabildiğine sert, tavizsiz ve arkadaşlarının, “Bunu çocukluğundan beri tanıyoruz; rüyalarına bile günah misafir olmamıştır.” dediği Yahyâ İbn Said el-Kattan’a: “Sen, milletin bu kadar şeref ve haysiyeti ile oynuyorsun; şu hadîs uydurur, şu zayıftır, şu metruktur diyorsun. Bir gün, Allah bütün bunları sana sormaz mı?” dendiği zaman, o, şu cevapta bulunur: “Onların Allah katında hasmım olmasını, Resûlüllah’ın (s.a.s.) hasmım olmasına tercih ederim.”58

Evet, işte sünnet, bu fevkalâde hassasiyet içinde tesbit edildi. Buna rağmen, bir kısım hadîsler uydurulmadı da denemez; uyduruldu ama, uydurulan hadîsler, sahâbe ve tabiînin hadîs sarraflığına çarptı ve karakolları çok iyi tutmuş bu hassas nöbetçileri aşamadı. Aşanlar da zamanla ayıklandı ve sahih hadîs külliyatına girmeye yol bulamadı.

d. Râvilerle İlgili Eserler

Râvileri, sahâbeyi, tabiîni ve tebe-i tabiîni daha iyi ve yakından tanımak için, bunlara dair mufassal eserler yazılmış; kim nerede doğdu, nereye hicret etti, nerede ikamet etti, nerede yaşadı, nerede öldü, nerede ilmini neşretti, kimlerle görüştü, kimlerden ders aldı, bu eserlerde tek tek açıklanmıştır.

Bu mevzuda ilk eser veren Ali İbn Medînî’dir. O’nun hangi sahâbenin Mekke’den, Medine’den ayrılıp nereye gittiği, Taif’te mi, Şam’da mı, Kûfe’de mi, Basra’da mı, Mâveraünnehir’de mi, nerede kalıp, kimlere ders verdiği ve kimlerle görüştüğünü anlatan Kitabü Ma’rifeti’s-Sahâbe’sinden sonra, İbn Abdi’l-Berr’in el-İstiâb’ı, İbn Hacer’in el-İsâbe fi Temyizi’s-Sahâbe’si, İbnü’l-Esîr’in Üsdü’l-Gâbe’si, İbn Sa’d’ın Tabakât’ı, İbn Asâkir’in Tarih’i, Buhârî’nin Tarih-i Kebir’i ve Yahya İbn Maîn’in Tarih’i bu sahada yazılmış mühim eserlerdendir. Bunlardan kiminde üç bin, kiminde beş bin, kiminde on bin Sahâbi’nin hayatı anlatılmaktadır. Bu kitaplara ve meselâ Zehebî’nin el-Kâşif’ine baktığımızda, her zât hakkında: “Bu zât, şu, şu, şu şahıslardan hadîs rivâyet etmiştir; kendisinden de şunlar şunlar hadîs rivâyetinde bulunmuşlardır.” şeklinde bilgiler verildiğini görür; böylece kimlerin kimlerden hadîs alıp almadığını öğrenir ve sened açısından hadîslerin değerlendirmesini yapabiliriz.

e. Hadîs Kitapları Süzgeçten Geçirildi

Daha sonra, bütün bu kadar tahkik ve titizliğe rağmen, sahih hadîsleri muhtevi hadîs külliyâtına, belki tek-tük mevzû hadîs sızmıştır diye, hadîsler yeni baştan elekten geçirilerek bir kere daha, inciler sun’î incilerden tefrik edilerek, ayrı ayrı telifler meydana getirildi. Bu mevzuda ilk defa Makdisî, Tezkiratü’l-Kübrâ’sında mevzû hadîsleri bir araya topladı. O ve diğerleri bu hususta insafsız denilecek ölçüde öylesine hassas ve hakperestçe davrandılar ki, meselâ İbnü’l-Cevzî, kendi mezheb imamı olmasına rağmen, Ahmed İbn Hanbel’in kırk küsur bin hadîs ihtivâ eden Müsned’indeki bir hayli hadîsin mevzû, zayıf veya metrûk olduğuna hükmetti. Daha sonra gelen İbn Hacer el-Askalânî, İbnü’l-Cevzî’nin mevzû, zayıf veya metrûk hükmünü verdiği hadîsleri yeniden elden geçirdi ve on üçü dışında geri kalanların hepsinin değişik kanallarla sıhhatini tesbit edip, on üçünün sağlam bir esasa dayayamadığını el-Kavlu’l-Müsedded fi’z-Zebbi an Müsned-i Ahmed isimli eserinde belirtti.

Burada şu noktayı ifade etmek gerekiyor ki, hadîsçiler, İbnü’l-Cevzî için, fazla dikkatli olmadığından pek çok sahih hadîse mevzû veya metrûk damgası vurması sebebiyle “mütesâhil” derler. Onun mevzû olduğuna hükmettiği hadîsleri İbn Hacer gibi, hâtimü’l-huffâz Celâleddin es-Süyûtî de yeniden tetkikten geçirmiş ve: “Ben bunların içinde mevzû hadîs görmedim; belki zayıf olabilir.” demiştir. Süyûtî, ayrıca İbnü’l-Cevzî’nin el-Mevzûâtü’l-Kübrâ’sını da tetkik ederek, ‘yapma inciler’ mânâsına gelen meşhur el-Leâli’l-Masnûa’sını yazmış ve İbnü’l-Cevzî’nin mevzû dediği hadîslerden hangisinin gerçekten mevzû, hangisinin metrûk ve hangilerinin sahih olduğunu göstermiştir.

Bunlardan başka ayrıca bir kısım müstedrekler yazılmıştır ki, bunlarda, Buharî ve Müslim’in hadîsin sıhhati konusunda kendi koydukları ölçülere uyduğu hâlde, el-Câmiu’s-Sahih’lerine almadıkları hadîsler ayrı kitaplar hâlinde bir araya getirilmiştir. Bunların en meşhuru Hâkim’in Müstedrek’idir. Daha sonra gelen ve hakkında İbn Hacer’in, “Hayatımı ona hayranlıkla geçirdim. Hâfıza dualarını yazıp yutardım ki, Allah bana Zehebî’ninki gibi bir hâfıza versin.” dediği Hâfız Zehebî, Hâkim’in Müstedrek’ini inceden inceye kritiğe tabi tutmuş, tahlil etmiş ve her hususu bir kere daha aydınlatmıştır.

Daha sonraları, halk arasında hadîs diye meşhur olmuş sözler hakkında da kitaplar yazılmıştır. Sehavî, el-Makâsıdü’l-Hasene’sinde, Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ’sında bunları tek tek ele alıp ve hangilerinin hadîs, hangilerinin hadîs olmadığını ortaya koymuşlardır. Meselâ, ilmi teşvik eden onca hadîsin yanı sıra halk arasında iştihâr etmiş bulunan: “Beşikten mezara ilim tahsil edin.”;”İlim Çin’de de olsa öğrenin.”; “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır; insanların şerlisi de, insanlara zararlı olandır.” sözlerini hadîs terazilerinde tartarak, “bunların hadîs adına öyle pek fazla bir ağırlıkları olmadığı” gerçeğini ortaya koymuşlardır.

Şimdi, bu kadar tahkik, bu kadar ince eleyip sık dokuma ve rivâyet hususunda gösterilen bu kadar titizlikten sonra, sahih hadîs külliyatı ve sahih hadîs mecmuaları hakkında hâlâ şüpheler îrâd etmek ve İslâm’ın ikinci büyük ve mühim kaynağına leke sürmeye çalışmak, acaba neyle izah olunabilir?

E.Sünnetin Resûlüllah (s.a.s.) Zamanında Kaydedilmesi ve Bilâhare Tedvîni

Sünnetin, Ömer İbn Abdülaziz döneminde tedvîn edildiği, bir açıdan doğru olmakla birlikte eksik bir görüştür ve bu hususta gözden kaçırılan önemli bir nokta vardır ki, o da, Resûlüllah’ın sağlığında bazı sahâbîler tarafından Kur’ân gibi sünnetin de yazılıp, kayda geçirildiğidir.

1. Kur’ân’la Gelen Okuma-Yazma Seferberliği

Devr-i Risâletpenâhî’de Araplar büyük ölçüde okuma-yazma bilmiyorlardı ama, bilhassa Mekkeliler'in etraf kabilelerle sürekli münasebetleri olduğundan içlerinde okuyup-yazanlar hiç de az değildi. Ayrıca, Kur’ân’ın inmeye başlamasıyla okuma-yazma kapıları da bütün bütün açıldı; zira her Müslüman Kur’ân’ı, Kur’ân’ın ahkâmını din adına bellemek mecburiyetindeydi. Bu itibarla da âdetâ Kur’ân’ın inişiyle beraber bir ilim, kültür seferberliği başlamıştı. Tabakat kitaplarının kaydettiğine göre, Allah Resûlü’nün etrafında kırk civarında vahiy kâtibi vardı. Bunlar, sıradan okuma-yazma bilen insanlar değildi.. vahiy kâtibi demek, kendisini Kur’ân’ı yazmaya adamış insan demekti ki; bugünkü tabirle, Efendimiz’in (s.a.s.) özel kalem müdürleri, sekreteri ve bu işe tahsis edilmiş kâtipleriydi.

O günlerde okuma-yazma o derece teşvik ediliyordu ki, Bedir Muharebesi’ni müteâkip esirlerin (kurtuluş) fidyesi olarak, bir esirin on kişiye okuma-yazma öğretmesi kararlaştırılması önemli bir hâdiseydi59 ve o güne göre çok ileriydi. Evet o gün, herkes okuma-yazmaya koşuyordu; zira hayatlarını alâkadar eden, yepyeni ve orijinal bir şey vardı ortada. Bu, dindi, Kur’ân’dı. Dine susamış insanlar onu her yönüyle alacak, belleyecek, hazmedecek ve hayatlarına hayat yapacaklardı. Köylüsü-şehirlisi; evinde, bağında, bahçesinde Kur’ân için kalemi kulağında bekliyordu ki, daha sonra, hadîsle iştigal edenler, ‘kalemin kulakta olmasını’ bu işin âdâbından sayacaklardı. Böylece, belki de insanlık tarihinde ilk defa ilâhi bir kitap, kıyamete kadar kalacak, geçerliliğini koruyacak ve korunacak şekilde tesbit ediliyordu.

2. Hadîslerin Yazılması İzni veya Emri

Resûlüllah’ın, bilhassa risaletinin ilk dönemine has olmak üzere, hadîslerinin yazılmamasını istediğine dair rivâyetler vardır. Bunun sebebi, bizzat bu rivâyetlerin bazılarında da geçtiği üzere, önceki ümmetlerde olduğu gibi, Kur’ân’a başka herhangi bir sözün karışma endişesidir. Ne zaman ki artık bu endişe ortadan kalkmış, o zaman, Resûlüllah, hadîslerinin de yazılmasına izin vermiş, hattâ bazen emretmiştir.

Bir adam, Huzûr-u Risâletpenâhî’ye gelerek: “Yâ Rasûlallah, ağzınızdan çok şey duyuyoruz; ama bunları anında ezberleyemiyoruz. Bu hayatî şeyler, çok defa kaçıp gidiyor.” diyerek hıfzından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.), ona: “Sağ elinden yardım iste,” yani yazarak, hıfzına yardımcı ol buyurdular.60

Yine, Takyîdü’l-İlm’de şunu okuyoruz:

Râfi’ İbn Hadic, Efendimiz’e (s.a.s.): “Yâ Rasûlallah, sizden çok şey işitiyoruz, yazalım mı?” diye sordu. Allah Resûlü de ona şu cevabı verdiler: “Yazın, hiç mahzuru yok.”61

Bunlardan ayrı olarak İmam Dârimî ve İbn Hacer’in, kitaplarında, Efendimiz’in (s.a.s.) kısas, diyet ve şerâia dair yazdırdığı bazı hükümleri, Yemen’de Amr İbn Hazm’a gönderdiğini ve ayrıca Vâil b. Hucr’e ahidnâme yazdığını okuyoruz.62

Yine, İmam Dârimî, kitabının mukaddimesinde zikrettiği üzere, Efendimiz (s.a.s.): “İlmi yazarak, kaydedin.” buyurmuşlardır.63

Abdullah İbn Amr naklediyor: “Resûlüllah’tan duyduğum her şeyi ezberleme isteğiyle yazıyordum. Kureyş, ‘Sen, Resûlüllah’tan (s.a.s.) duyduğun her şeyi yazıyorsun. Oysa o, bir beşerdir, öfke anında da, hoşnudluk anında da konuşur.” diyerek beni yazmaktan nehyetti. Bunu Resûlüllah’a söylediğimde, elini ağzına götürerek “Yaz, nefsimi elinde tutan’a yemin olsun ki, buradan haktan başka bir şey çıkmaz.”64 buyurdular.

Abdullah İbn Amr İbn el-Âs’dan başka Efendimiz’in hadîslerinden hiç olmazsa bazılarını yazan başka sahâbîler de vardı. Meselâ, Seyyidinâ Hz. Ali (r.a.), içinde yaraların diyeti, Medine’nin hürmeti, kâfir karşısında mü’minin öldürülmeyeceği ve daha başka hususlarla alâkalı hükümler bulunan bir sahifeyi kılıcının bir yanında asılı taşırdı.65 İbn Sa’d’ın Tabakat’ında kaydedildiğine göre, İbn Abbas, vefatında geriye bir deve yükü kitap bırakmıştı ki, bunlar umumiyetle Allah Resûlü’nden ve ashâb-ı kirâmdan duyduğu şeyleri ihtiva ediyordu.66

Amr İbn Hazm’a Efendimiz’in (s.a.s.) gönderdiği diyet ve kısas gibi hükümlerle alâkalı yazısı, torununun torunu Ebû Bekir b. Muhammed’e; aynı şekilde, Efendimiz’den (s.a.s.), âzadlısı Ebû Râfî’ye geçen bir tomar kâğıt ise, tabiîn döneminde Ebû Bekir İbn Abdurrahman İbn Hâris’e intikal ediyordu.67 Tabiînin en büyük fakîhlerinden olan bu zât, bu klasörü hayatında eline geçmiş en büyük ganimet olarak telâkki ederdi. Efendimiz (s.a.s.) zamanında aynen Kur’ân gibi yazılan, ağaç parçaları, kemikler ve deriler üzerine kaydedilen hadîsler, aynen tabiîn ve tebe-i tabiîne intikal ediyor, onlar da bunu muhafaza ve naklediyorlardı. Aynı şekilde, tabiînin büyük imamlarından Mücâhid İbn Cebr, Abdullah İbn Amr İbn el-Âs’ın “es-Sahîfetü’s-Sâdıka” denilen, Efendimiz’den (s.a.s.) duyduğu hadîsleri topladığı kitabını görmüştü. Mücahid, onu: “Abdullah İbn Amr’ın önünde gördüm, hattâ elimi uzattım ama, elimi dokundurtmadı.” diyordu. İbn Esîr’in verdiği bilgiye göre, bu klâsörün içinde bin kadar hadîs vardı. Bu hadîsler, daha ziyade, İbn Amr’ın kendisi, oğlu ve torunundan müteşekkil “an Amr İbn Şuayb, an ebîhi, an ceddihî” senediyle kaynaklara geçmiştir. Sahih hadîs kaynaklarında bu silsileyle gelen 500 kadar hadîs vardır.

4. Değerlendirme

Evet, hadîsler, müsteşriklerin iddia ettikleri gibi, Efendimiz’den yüz sene sonra Ömer İbn Abdülaziz’in emriyle kaydedilmedi; aksine bizzat tâ Efendimiz zamanında kaydedildi ve ezberlendi.. ve bu metinler daha sonra da gerek yazılı gerekse sözlü olarak arkadan gelen nesillere aktarıldı. Uhud’un büyük şehidi Abdullah İbn Cahş’ın oğlu büyük sahâbî Câbir de, vefatında İbn Abbas gibi, arkaya büyük bir miras, yani Allah Resûlü’nün hadîslerini kaydettiği büyük bir kaynak bırakmıştı.68 Bütün bunlardan ayrı olarak, Hemmâm İbn Münebbih’in es-Sahîfetü’s-Sahîha’sı da aynı dönemden kalma en mühim hadîs kaynaklarından biri olma imtiyazını taşır. Hemmâm, Ebû Hureyre’den hiç ayrılmaz, bu hâfıza dâhîsi büyük sahâbînin naklettiği her hadîsi yazardı. Es-Sahîfetü’s-Sahîha, günümüzde Muhammed Hamidullah tarafından neşredilmiş; yapılan karbon tahlillerinde de, Sahîfe’nin on üç asır öncesine ait olduğu anlaşılmıştı. Ayrıca, ne enteresandır ki, bu hadîsler aynen İbn Hanbel’in Müsned’inde bulunmakta, yine mühim bir kısmı itibariyle Buharî, Müslim gibi sahih kaynaklarda da yer almaktadır. Bu da, hadîslerin, daha Efendimiz (s.a.s.) zamanında kaydedildiğini gösterdiği gibi, O’ndan sonra da eksiksiz, yanlışsız ve tam olarak sahâbe, tabiîn ve tebe-i tabiîn kanallarıyla hadîs külliyatına geçtiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Hadîslerin daha ilk dönemde bu şekilde kaydedilmesinden sonra, tarihlerimizde İkinci Ömer diye anılan Ömer İbn Abdülaziz zamanında ise resmen tedvîn edildi. Değişik yerlerde, değişik şahısların ellerinde sahifeler vardı. Çok defa da bu hadîsler, ağızdan ağıza naklediliyordu. Hatta, bu yüzden ve ayrıca ezberlenip öğrenilmeleri, bir de o zamanlar Arapça imlâda hareke ve nokta olmadığından, yanlış okumalara meydan vermemek için, nasıl Hz. Ömer, İbn Abbas, Ebû Mûsa el-Eş’arî, Ebû Saîd el-Hudrî ve Zeyd İbn Sâbit gibi sahâbîler, hadîslerin hâfızalarda kalması ve ezberlenmesi gerektiği üzerinde durmuşlarsa, aynı şekilde, Şa’bî, Nehâî gibi hadîste yed-i tûlâ sahibi, hâfıza dâhîsi tabiîn âlimleri de ilk başta yazmaya taraftar olmamışlardı. Bununla birlikte, hem kaydedilen, hem de ağızdan ağıza nakledilen hadîsler, Ömer İbn Abdülaziz döneminde resmen tedvîn edilmeye başlandı. Artık, Arapça’nın imlâ kaideleri de ortaya konmuş, yazıda harekeleme yerleşmişti.

Çoklarınca birinci müceddid kabul edilen ve Resûlüllah’ın (s.a.s.): “İnsanların bozduğunu düzeltenler” müjdesine on üç asır önce bihakkın liyakat gösteren Ömer İbn Abdülaziz (r.a.), Amr İbn Hazm’ın torunu, Medine valisi Ebû Bekir İbn Muhammed İbn Amr İbn Hazm’a hadîslerin resmen kayda geçirilmesi mevzuunda emir gönderdi. Vali de, tâbiîn’in gençlerinden, fart-ı zekâ (yüksek zekâ) sahibi Muhammed İbn Şihâb ez-Zührî’yi bu işle vazifelendirdi.69 Zührî, “resmî tedvîn” diyebileceğimiz bu mühim işe hemen koyuldu ve İslâm Hadîs tarihinde ilk resmî “müdevvîn” olma şerefini kazandı. Vali Ebû Bekir İbn Hazm, aynı işle bizzat kendisi de uğraşmasına rağmen, derlediklerini gönderemeden Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri vefat etmişti.

Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri’nin başlattığı bu tedvîn faaliyeti, yalnız Medine’de İmam Zührî ile de sınırlı kalmamış, Mekke’de Abdülmelik İbn Abdülaziz İbn Cüreyc, Irak’ta Saîd İbn Ebî Arûbe, Şam’da Evzâî, yine Medine’de Muhammed İbn Abdurrahman, Kûfe’de Zâide İbn Kudâme ve Süfyân es-Sevrî, Basra’da Hammâd İbn Seleme ve Horasan’da Abdullah İbn Mübârek, bu işi sürdürmüş ve kendilerinden sonra geleceklere dünya kadar malzeme bırakmışlardı.70

Tedvîn döneminden sonra, hadîsleri mevzûlarına göre sınıflandırmak suretiyle kitaplar ‘te’lif etme’ mânâsında ‘tasnif’ başlamış ve bu dönem, İslâm hadîs tarihinin altın dönemi olmuştur. Bir yandan, Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî, Müsedded İbn Müserhed, el-Humeydî ve Ahmed İbn Hanbel gibi mümtaz simalar ‘Müsned’lerini meydana getirirken; diğer yandan da Abdürrezzak İbn Hemmâm gibi kimseler ‘Musannef’ler te’lif ediyorlardı. İbn Ebî Zi’b ve İmam Mâlik Muvatta’ını ve Yahyâ İbn Saîd el-Kattân ve Yahya İbn Saîd el-Ensârî’nin te’lifat-ı güzideleri de yine bu altın döneme rastlar. Bu zâtlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî ve Yahyâ İbn Maîn gibi büyük muhaddislerin şeyhleridirler. Nihayet, Kütüb-ü Sitte’nin telif vakti gelmiş ve İslâm hadîs külliyâtının en mevsûk altı kitabı kabul edilen bu eserlerin müellifleri, bir zeberced çağın kapısını aralamışlardır. Hemen hemen aynı zamanlarda yaşayan bu devâsâ kametler, aynı zamanda modern te’lifin de üstadlarıdırlar. Zaten, Buhârî ile Müslim arkadaştı..Tirmizî, Buhârî’den ders almış bir muasırdı.. Nesâî ve Ebû Dâvûd da aynı dönemin hadîs pîrleriydi. Bunlarla Efendimiz (s.a.s.) arasında ancak üç-dört nesil vardı.. ve bu nesillerin altın silsilelerini teşkil eden halkalar, yalanın rüyalarına dahi girmediği büyük zâtlardan meydana geliyordu. Dinin yarısını teşkil eden sünnet, bu şekilde, şek ve şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde, en mevsûk kanallardan, alabildiğine hassas ve kılı kırk yaran muhakkik zâtlar tarafından, hem de tâ sahâbe, tabiîn ve tebe-i tabiîn döneminden başlayarak kaydedilmiş, ezberlenmiş, muhafazaya alınmış ve sonra da harfi harfine nakledilmiş, kitaplara geçmiş ve bu günlere gelip ulaşmıştır. Evet, sünnet, sahâbe tarafından, bir dinî kaynak, önemli bir rehber, bereketli bir Kur’ân tefsiri olarak değerlendirilip, sahip çıkıldığı gibi, tabiîn, tebe-i tabiîn döneminde de, daha da artan bir iştiyakla sahip çıkılmış ve daha sonraki çağlara taşınmıştır.

Anlaşılması Zor Olup, Mânâ ve Maksatlarında İhtilâf Edilen Bazı Hadîslerin Değerlendirilmesinde Ölçüler

1. Hadîs de aynen Kur’ân gibi herkese, her zaman, şart ve mekâna hitab eder. Bu bakımdan, muhkemi, müteşabihi, açığı, kapalısı, kinâye, işaret, remz, mecaz, teşbih ifade edeni ve makama göre söylenmiş olanı vb. vardır. Bu bakımdan, aklın almadığı ve hatta zahir mânâsı itibariyle Kur’ân’la uzlaştırılamayan hadîsler hemen atılmamalıdır. Bunun en güzel örneği, “Dünyanın öküz ve balık üzerinde olduğu” hadîsidir. Bu hadîsiyle Resûl-i Ekrem, yeryüzüne müvekkel bulunan ‘Sevr’ ve ‘Hût’ adlı meleklere; nasıl sözgelimi “Devlet, kalem ve kılıç üzerinde durur.” sözünde devletin iki ana desteğinin kalem ve kılıç olduğu ifade ediliyorsa, aynen bunun gibi, yeryüzünde insanlar için en önemli iki geçim kaynağı ve faydalı hayvanın denizde balık, karada öküz olduğuna ve “dünya öküzün üzerindedir” buyurduğunda, yerkürenin hareketi esnasında öküz burcunun, “balığın üzerindedir” buyurduğunda balık burcunun altında bulunduğuna işaret etmiştir. Şu önemli hadîsin anlaşılması için yüzlerce yılın geçmesi gerekmiştir. İşte, bazı hadîsler bu şekilde müteşabihtir, mecazîdir ve teşbihîdir. Ve, anlaşılmaları için zamana, insan bilgisinin gelişmesine ihtiyaç vardır.

2. Bunun yanısıra, gaybı mutlak mânâda bilen Allah olduğundan ve ondan haber vermek ancak Allah’ın iznine bağlı ve edebe bir derece aykırı bulunduğundan, gayb haberleriyle ilgili hadîsler, ‘teklif’ sırrı gereği kapalı gelmiş, ayrıca, bazı ravîlerin hadîsten anladıkları ve hadîsi yorum için, onu naklederken söyledikleri bazı sözler hadîsin aslıymış gibi telâkki edilmiştir.

3. Ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan bazı hadîsçilerin keşf ve ilhama dayalı haber ve mânâları bazı zaman hadîs sanılmıştır. Halbuki keşf ve ilhamda hata olabilir; onun için bu tür hatalar hadîse yüklenemez.

4. İnsanlar arasında şöhret bulmuş bazı atasözleri vardır. Rasul-i Ekrem’in bazen irşad için temsil ve kinâye türünden bunları söylediği olmuş ve bunlar hadîs sanılmıştır.

5. Şu imtihan dünyasında Cenab-ı Hak, çok mühim şeyleri gizli tutmuş, meselâ Kadir Gecesi’ni Ramazan’da, duaların mutlak kabul saatini Cuma gününde, makbul velisini insanlar arasında, eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini dünyanın ömrü içinde gizlemiştir. Bunun gibi, özellikle çok önemli âhir zaman hâdiseleri ve gerçekleriyle ilgili gelen hadîsler de, önemleri dolayısıyla, hemen oluverecekmiş gibi bir mânâ ile ifade edilmiştir. Deccal’la ilgili hadîsler bu türdendir. Mehdî ile ilgili hadîslerde de, daha başka hususiyetlerin yanısıra, buna benzer bir durum da vardır. Sonra her asırda o asrın mehdîsi hükmünde zâtlar geldiğinden, bu hadîslerde ve yorumlarında ihtilâflar vukû bulmuştur.

6. İmanî mes’elelerden bazılarının neticesi bu dar ve sınırlı âleme, bazılarınınki ise geniş ve mutlak âhiret âlemine bakar. Bu yüzden, bazı amellerin sevaplarıyla ilgili gelen hadîslerde çok mübalâğa görülüp, bu hadîslere ilişilmiş. Oysa, amellerin sevabı çoğunlukla âhirette verilir; onlar âhiretin tarlası hükmündeki dünyaya ekilen tohumlar hükmündedir. Derecelerine göre, haşhaş tanesi, bazı meyveler, bağ ve bostanlardaki gibi yüzlerce, binlerce, on binlerce katlanarak karşımıza çıkacaklardır; çünkü, sonsuz mükâfat veya cezanın çok kısa bir ömürde kazanılması bunu gerektirmektedir. Onun için, bu türden gelen hadîslerin bir bu yönü vardır; bir de, bazı Kur’ân sûrelerinin faziletleri konusunda ve sözgelimi “Üç İhlâs bir Kur’ân sevabı kazandırır.” gibi rivâyetlerde iki özellik söz konusudur. Biri, mutlak böyle olur demek değildir; ama, insan öyle bir zamanda (Kadir Gecesi gibi) öyle bir şekilde okur ki, Allah rızasıyla diğer zamanlarda okuduğu bir Kur’ân sevabını ona kazandırabilir. İkinci olarak, Kur’ân-ı Hakîm’in herbir harfinin bir sevabı vardır. Allah, fazlından o harflerin se- vabını bazen sümbüllendirir ve bir harfe karşılık on sevap, yetmiş sevap, yedi yüz sevap, bazen bin beş yüz, hatta bazen Berat Gecesi ve makbul vakitlerde okunanlar için on bin, Kadir Gecesi’nde okunanlar için otuz bin sevap verebilir. Meselâ, bir mısır tarlasına bin tohum atılmış varsayalım. Bazı tohumlar yedi sümbül verir, her sümbülde yüz dâne bulunur ve böylece bir mısır dânesi, tüm tarlaya ekilen tohumların üçte ikisi olur. Bazen, bir dâne on sümbül verir, her sümbülde iki yüz dâne bulunur, böylece bir dâne tüm tarladaki dânelerin iki katı olur. Demek, Kur’ân’ın bazı sûrelerinin ayrı bir önemi vardır ve harfleri daha çok sümbül vermekte, daha çok sevap kazandırmaktadır. Sonra, nasıl ki bir damlacık bir şişede -şeffafiyeti dolayısıyle- göğün yıldızlarıyla birlikte görünür, koca güneşi içine alır, bunun gibi, hâlis niyetle şeffaflık kazanmış bir zikir, bir amel veya bir âyette gökler gibi nuranî sevap ve fazilet yerleşebilir.

7. Sahâbe zamanında İsrailoğulları ve Hıristiyan âlimlerinden bazılarının İslâm’a girmesiyle, eski malûmatları da ‘Müslüman’ olmuş ve bazı hakikat ve vakıaya zıt malûmatları İslâmiyet’in malı zannedilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 332-338.

Kaynaklar:

İbn Mâce, vesâyâ 6; Tirmizî, vesâyâ 5. (2) Müsned, 1:313. (3) Buharî, zekât 55; Tirmizî, zekât 14. (4) Ebû Dâvûd, tahâret 41; Tirmizî, tahâret 52. (5) Buharî, ezan 18. (6) Müslim, hacc 154. (7) Bu konuda daha geniş bilgi için Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın Sünnetin Kur’ân’ı Tefsiri adlı kıymetli eserine bakılabilir. (8) Ebû Dâvûd, salât 2; Tirmizî, mevâkıt 1. (9) Buharî, i’tisam 5; Müslim, cihad 51. (10) Tirmizî, ferâiz 17. (11) Buharî, büyû’ 82; Müslim, büyû’ 51. (12) Tirmizî, ilim 7. (13) Buharî, iman 40; Müslim iman 24. (14) Buharî, ilim 9: Müsned, 5:41. (15) Müslim, salât 61; Ebû Dâvûd, salât 178. (16) Buharî, teheccüd 25; Ebû Dâvûd, vitr 31. (17) Buharî, menâkıb 23; Müslim, fezailü’s-sahâbe 160. (18) Müslim, zikir 38; İbn Mâce, mukaddime 17. (19) Muhammed Accac el-Hatib, es-Sünnetü Kable’t-Tedvin, s. 160. (20) İbn Mâce, mukaddime 17. (21) Buharî, ilim 35. (22) İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe, 3:600. (23) Müslim, fezailü’s-sahâbe 161. (24) Buharî, tefsir 1, 2, 3. (25) Tirmizî, tefsiru’l-Kur’ân 3. (26) Ali el-Mütaki, Kenzü’l-Ummâl, 15:118. (27) Buharî, ahkâm 17; Müslim, zekât 111. (28) Ebû Dâvûd, tahâret 63. (29) İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe, 3:48. (30) Buharî, ilim 38; Müslim, zühd 72. (31) Buharî, istiâbe 60; Ebû Dâvûd, sünne 28. (32) İbn Mâce, mukaddime 3. (33) Buharî, ilim 38. (34) Darimî, mukaddime 25. (35) Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 4:263. (36) Ebû Dâvûd et-Tayâlîsi, Müsned, s. 248; Müsned, 2:68. (37) el-Bağdadî, el-Kifaye, s. 178. (38) Darimî, mukaddime 51. (39) Tirmizî, ferâiz 10; Zehebî, Tezkiratü’l-Huffâz, 1:2. (40) Buharî, ilim 35; Müslim, cennet 79. (41) Buharî, isti’zan 13; Müslim, âdâb 33, 34, 35. (42) el-Hatib, a.g.e., s. 178. (43) Müslim, mukaddime 5. (44) el-Hatib, a.g.e., s. 222. (45) Buharî, megazî 3; Müslim, birr 58. (46) Hatib el-Bağdadî, er-Rihle fî Talebi’l-Hadîs, s. 118-124. (47) İbn Sa’d, Tabakât, 3:178; Buharî, el-Edebü’l-Müfred, s. 337. (48) Zehebî, Tezkiratü’l-Huffaz, 1:56; (49) el-Hatib, a.g.e., s. 178. (50) el-Bağdadî, a.g.e. s. 78. (51) el-Hatib, a.g.e., s. 229. (52) A.y. (53) Ali el-Müttaki, Kenzü’l-Ummâl, 16:537. (54) Müslim, mukaddime 5. (55) İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 5:176. (56) A.g.e. 6:84. (57) el-Hatîb, a.g.e., s. 234. (58) İbn Salâh, Ulûmü’l-Hadîs, 389. (59) İbn Sa’d, Tabakât, 2:22. (60) Tirmizî, ilim 12. (61) Ali el-Müttaki, a.g.e., 10:232; Benzer rivâyetler için bkz.: Müsned, 2:215. (62) Darimî, diyât 1, 3, 11, 12; İbn Hacer, el-İsâbe, 2:532. (63) Darimî, mukaddime 43. (64) Ebû Dâvûd, İbn Abdi’l-Berr ve Hâkim’den, es-Sünnetü fi’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, 101-11. (65) Buharî, ilim 39. (66) el-Hatib, a.g.e., s. 352. (67) el-Bağdâdî, a.g.e., s. 330. (68) İbn Sa’d, a.g.e., s. 7:2; el-Bağdadî, a.g.e., s. 354. (69) Buharî, ilim 34. (70) İbn Hacer, Hedyü’s-Sârî, 4.