Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Ses Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Peygamberimizin dilinden gençlik

 

-BİRİNCİ BÖLÜM-

 

"Gençliğin Tehlikelerinden Sakınınız"

Gelişiyle insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bütün söz, fiil ve davranışlarıyla bizlere örnektir. Kur'an-ı Kerimde meâlen "Ant olsun ki, Allah'ın rahmetini ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için, Allah'ın resûlünde size güzel bir numûne vardır" (Ahzâb: 21) buyuran Rabbimiz, onun her yaş ve her kesimden insana rehber olduğunu belirtmiş oluyor.

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bizim için en güzel "öğretici, uyarıcı ve müjdeleyici"dir.

 Hayatlarının en fırtınalı ve en hareketli dönemini yaşayan gençler hakkında buyurduğu, "Gençliğin tehlikelerinden sakınınız." (Kenzü-l Ummâl, 2: 258) şeklindeki hadîs, o en büyük muallim ve terbiyecinin çok mühim bir uyarısıdır.

Hadiste birbiriyle çok yakından ilgili olan iki kavram var: Gençlik ve tehlike.

Gençlik, insan hayatının en duygusal dönemidir. İnsanın gerek maddî organlarının, gerekse mânevî duygularının çok canlı olduğu bu devrede, en kritik problemlerle karşılaşılır.

Çünkü gençlikte, insanın nefsi kötülüğü emrederken, sahip olduğu potansiyel de bu kötülüğü işlemeye imkân verir.

Söz gelişi, yasak eğlence, içki, kumar, zinâ, hırsızlık gibi kötülükler gençlikte daha kolay işlenebilir.

Gençler, ömürlerinin en güçlü, en dinamik ve en hareketli dönemini yaşadıkları için ölümü pek düşünmezler. Daha yolun başındadırlar ve yaşlanmaya uzun yıllar vardır. Namaz ve benzeri ibâdetler için, "Daha genciz, yaşlanınca kılarız" gibi bir gaflete düşerler.

Halbuki ölüm genç-ihtiyar ayırımı yapmamaktadır. Nice gençler hayatının baharında ölümle tanışmaktadırlar. Hiç kimse Azrail'le (a.s.) "ne kadar yaşayacağı hususunda" sözleşme yapmış değildir.

Kaldı ki, Allah ibâdetleri sadece ihtiyarlar için emretmemiştir. İslâm "ihtiyarlar" dini değil, her yaştaki insanın dinidir. Bu bakımdan yaşlanınca namaz kılmaya başlayan birisi, âhirette hesap verirken hemen kurtulacak değildir. Ona, "ergenlik çağından ihtiyarlık dönemine kadar niçin ibâdet etmediği" mutlaka sorulacak, eğer affedilmezse azabını çekecektir.

Allah, herkese sonsuz rızık vermekte, ihtiyaçlarını karşılamaktadır. İnsana verilen nimetlerin en çok olduğu devre ise, gençlik dönemidir. Bunun için Rabbimize en çok ibâdet etmemiz gereken dönem de "gençlik" çağıdır.

Gerçek bu iken tehlikelerle çepeçevre kuşatılan gençler, nefis ve şeytanın oyununa gelerek Allah'ın emir ve yasaklarına uymayabiliyorlar.

İşte Peygamberimiz (a.s.m.) gençleri bu hadisle uyarıyor, gaflete dalmamalarını, insî ve cinnî şeytanlara aldanmamalarını öğütlüyor.

Bir gencin düşmanı sadece şeytanlar mıdır?

Hayır!

Hattâ şeytanlar en büyük düşman bile değillerdir.

Çünkü, Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bu konuda da bizi îkaz ederek, "Senin düşmanların (içinde) en şiddetli düşmanın iki tarafın arasındaki nefsindir" (Keşfü-l Hafâ, 1:412) buyuruyor.

Demek ki, insanın en başta gelen düşmanı bizzat kendi nefsidir. Yani insanı, günahlara, kötülüklere, heveslere sevk eden duygudur.

Nefsin en güçlü olduğu ve en fazla istekte bulunduğu dönem de, yine gençlik devresidir.

Şu halde gençler, nefsin kötü isteklerini yerine getirmemek için de dikkatli olmak zorundadırlar.

Belki bazı gençler, "Ben nefsime hâkim olabilirim. Zaten çok sâkin ve günahlardan uzak bir hayatım var" diye düşünebilir.

Oysa bu da nefsin bir oyunudur. Böyle düşünen kimse, nefisle yaptığı mücâdeleyi çok sıkı tutmaz, duyarlılığı kaybeder.

Çünkü, nefse güvenilmez. Hazret-i Yûsuf (a.s.) bir peygamber olduğu halde, "Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, dâimâ kötülüğe sevk eder—ancak Rabbim rahmet ederse o başka" (Yûsuf:53) demiştir.

Tüm peygamberler gibi "günahsız" olan Hazret-i Yûsuf (a.s.) böyle derse, bizim nefsin oyunlarına karşı çok dikkatli olmamız gerekir.

Gençliğin tehlikelerini şöyle özetleyebiliriz:

1- Tûl-u emel beslemek: Ölümü düşünmeden sanki sonsuza dek yaşayacak gibi uzun emeller taşımak. Bu durum, insanı fâni hayata daldırır, âhiretine çalıştırmaz.

2- Hissiyâta göre hareket etmek: Gençlik, insanın en sağlıklı, en güçlü ve en duygulu dönemi olduğu için akıldan ziyâde duygular ön plândadır. Gelip geçici zevkler, oyun ve eğlenceler çekici gelir. Eğlence yerlerinde çoğunlukla gençler bulunur. Orta yaşlılıkta ve ihtiyarlıkta ise, hem vücudun zayıflığı, hastalıkları, hem de hayatın sorumlulukları daha fazla olduğu için kişiler duygusal hareket edemezler.

3- Gençlik günahlara ve kötü alışkanlıklara daha açıktır: Gençlik devresi, içki, kumar, zina gibi günahlara daha çok düşüldüğü bir dönemdir.

Tüm bu tehlikelere karşı Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) tavsiyelerine sımsıkı sarılmamız gerekir.

 

Kıyâmette Gençlik Nimeti Sorgulanacak

Tüm insanlığı hayat veren sözleriyle uyaran Allah'ın Resulü (a.s.m.), "verilen nimetlerin hakkıyla değerlendirilmesi" konusunda çok durmuştur.

Nitekim konuyla ilgili bir hadislerinde şöyle buyurur:

"İnsanoğluna şu beş şeyden hesap sorulmadıkça onun ayakları Kıyâmet Gününde Rabbinin huzurundan ayrılmayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nerede kazanıp nereye harcadığından ve öğrendiği ilimle nasıl amel ettiğinden." (Tirmizi, Sıfâtü-l Kıyâme: 1)

Görüldüğü gibi burada her yaş ve her baştaki insanı yakından ilgilendiren beş nimetin hesabının sorulacağı belirtilmektedir.

Ömrünü nerede tükettiğinin sorulması, bir bakıma "hayat nimeti"nin ve insana ihsan edilen "zaman"ın nerede harcandığıyla ilgilidir. İnsana, hayatı ve zamanı ihsan eden Allah olduğuna göre, bu nimet Onun rızası ve emirleri doğrultusunda kullanılmalıdır.

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), İbn-i Abbas'dan rivâyet edilen bir hadiste, "İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunda aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit" (Tirmizi, Zühd: 2405) buyurarak, mühim bir zaafımıza dikkat çekmiştir. Maalesef, birçoğumuz, özellikle sıhhat ve zaman bakımından bol imkânları bulunan gençler, bu hususta yanılmaktadırlar.

"Gençliği nerede yıprattığı"nın sorulması ise, doğrudan gençleri ilgilendirmektedir. Bu sorgulama, "gençliğin güzel yaşamak, hoşça vakit geçirmek, gülüp eğlenmek" için verilmediğini göstermektedir. Madem ki gençlik, Allah'ın nimetleri bakımından birçok artıları olan bir devredir; onun şükrü de, bu nimeti Allah'ın izni dairesinde kullanmaktır. Gençlere ihsan edilen "güç, kuvvet, sıhhat, âfiyet" gibi nimetler, daha fazla sevap kazanmanın birer vasıtası olmazlarsa, dünyada da, âhirette de başımıza belâ olabilirler.

"Malın nerede kazanılıp nerede harcandığının" sorulması da, tüm insanları uyaran bir alârm zili hükmündedir. Çünkü, bu cümleyle, herkesin helâl kazanıp helâl yollara harcaması istenmektedir. Parayı Allah'ın razı olduğu yollarla kazanmak ve Onun rızasına uygun yerlere sarf etmek, dünyevî harcamalarımızda israf etmemek gerekir.

"Öğrenilen ilimle nasıl amel ettiği"nin sorulması, aslolanın öğrenmek değil, onu hayata geçirmek olduğunu göstermektedir. Kur'an'da Rabbimiz öğrendiği ilmi uygulamayan insanları, "kitap taşıyan eşeklere" benzetmektedir. Çünkü, her ikisinin de taşıdığı ilimden bir kazancı yoktur. Yine Peygamberimizin (a.s.m.), "İnsanlar helâk oldular âlimler müstesna, âlimler de helâk oldular ilmiyle amel edenler müstesnâ, amel edenler de helâk oldular ihlâslı olanlar müstesnâ, ihlâslılar da büyük bir tehlikenin üzerindedirler" hadîsi, hepimizi titretmeli ve daha bir dikkatli olmaya sevk etmelidir.

Yukarıdaki izahlarla birlikte bu hadiste önemli bir soruya da cevap var.

Bu hadis, "Yaşlanınca ibâdet ederiz" diyen gençlerin büyük bir hata ettiğini gösteriyor. Böylece insanın sadece yaşlılık döneminden değil, gençliğinde yaptıklarından da sorumlu olduğu ihtar ediliyor.

Nitekim Kur'an'da Zilzal Sûresinde, "Kim zerre kadar iyilik yaparsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yaparsa onu görür" buyrularak, insanın bütün ömründe yaptıklarından sorumlu olduğu ifâde edilmiştir.

Yukarıdaki hadîsimizi tamamlayan şu hadîsteki uyarılara da kulak vermek gerekir:

"Beş şey gelmeden evvel beş şeyi fırsat bil:

1. Ölüm gelmeden önce hayatının,

2. Hastalık gelmeden önce sağlığının,

3. Meşguliyet gelip çatmadan önce boş vaktinin,

4. İhtiyarlık gelmeden önce gençliğinin,

5. Fakirlik gelmeden önce zenginliğinin." (Hâkim: Müstedrek)

Rabbim cümlemizi, "hayatını, sağlığını, vaktini, gençliğini ve zenginliğini" Allah'ın rızası yolunda sarf edenlerden eylesin.

 

Melek Gibi Gençler

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bir hadis-i şerifte, "Kadınlar şeytanın tuzağıdır. Gençler delilerden bir gruptur" (Keşfü-l Hafâ, 2:4) buyuruyor. Burada hem gençlerin önemli bir zaafı, hem de müthiş bir tuzağı ortaya konmaktadır.

Bilindiği gibi halk arasında gençlere "delikanlı" denir. Bu tâbir, gençlerin hâlet-i rûhiyesini çok güzel ifâde etmektedir.

Çünkü delilik, akılsızlık değil, aklın fonksiyonlarını yerine getirememesidir ki, gençler çoğu zaman akılla bağdaşmayan işleri yapabilmektedirler.

O kadar ki kendi yaptıklarına kendileri bile şaşırmaktadırlar. Birbirleri arasında sık sık, "Saçmalama, çıldırdın mı sen, çılgınlık bu" türünden ifâdeleri kullanırlar.

İşte gençliğin deliliğe yakın olan bu "aklını" zapt u rabt altına almak, hareketlerini dizginlemek, ona istikamet vermek gerekir. Bu da ancak, îman, İslâm ve ibâdetle olur. Dünyanın faniliğini bilen, ölümü düşünen genç, hisden ziyade aklını dinler. Allah'a ve âhirete inanan genç, duygularını kontrol altına alır. Hayatını meşrû dâirede geçirir.

İşte o zaman "delilerden bir grup" olan gençler, "meleklere benzerler." Abdullah ibni Ömer'den rivâyet edilen bir hadîs-i kudsîde Rabbimiz meâlen şöyle buyurur:

"Kaza ve hükmüme inanan, Kitâbın (Kur'an'ın) hüküm ve tavsiyelerine boyun eğen, verdiğim rızıkla kanaat eden, şehevânî arzularını Benim rızâm için terk eden genç bir mü'min, katımda bir kısım meleklerimin derecesindedir." (Deylemî)

Yine gençlere yönelik bir hadîsin anlamı şu şekildedir: "Gerçekten Allah, meleklerine karşı ibâdet eden bir gençle iftihar ederek buyuruyor: 'Ey şehvetini Benim için bırakan genç! Ey gençliğini Bana bağışlayan genç! Sen benim nezdimde meleklerimin bazısı gibisin.'" (İhyâ-i Ulûmi'd-Din, 2: 432)

Bu iki hadiste gençler için kâinattan daha değerli müjdeler vardır. Demek ki meleklerin bazısına benzemek için şu şartları taşımak gerekir:

"Allah'ın her hükmüne inanmak, Kur'an'ın hüküm ve tavsiyelerine boyun eğmek, verilen rızka kanaat etmek, şehevânî ve nefsânî arzuları Allah rızâsı için terk etmek, ibâdet etmek, gençliğini Allah'a bağışlamak."

Îman ve ibâdetle serpilip büyüyen, ömürlerini Allah'ın dinine hizmet yolunda geçiren gençler, tehlike çemberinde delilerden bir grup gibi iki dünyasını mahveden hatalara giriftar olmaktan kurtulup, insanlardan üstün olan melekler seviyesine yükselebiliyorlar.

Yine gençlere büyük ehemmiyet veren yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Allah, gençliğini Allah'a itaat yolunda zenginleştiren genci sever" (Deylemî) diyerek büyük bir müjde vermiştir.

Çünkü, zenginlik, bir varlığın artması demektir. Gençliğin artması ise, sonsuz bir gençliği kazanmaktır. İşte ebedî gençliğin yolu Allah'a itaattir.

Demek gençliğin Allah'a itaat yolunda zenginleşmesi hem ebedî gençliği kazandırıyor, hem de insanı makam-ı mahbubiyete çıkarıyor. Çünkü Allah'ın sevgisini kazanan, sevgililik makamına ulaşır, "Allah'ın sevgilisi" olur.

Allah, gençlerimizi, şehvetini Allah rızâsı için terk eden, gençliğini Allah'a bağışlayan, Onun yolunda zenginleştiren ve Onun sevgisini kazanan gençlerden eylesin.

 

En Hayırlı Genç

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) gençlerle ilgili bir hadislerinde şöyle buyurur:

"Gençlerinizin en hayırlısı ihtiyarlarınıza benzeyendir. İhtiyarlarınızın en şerlisi, gençlerinize benzeyendir." (Feyzü'-l Kadîr, 15:776)

Elbette buradaki "benzemek"ten kasıt, kılık-kıyâfette birbirlerini taklit etmek veya saçların ağarması, dökülmesi, yüzlerin kırışması değildir. Nitekim Bedîüzzaman Hazretleri, bu hadîsi izah ederken, şunları söyler:

"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukcasına, hevesât-ı nefsaniyeye tâbi olur."

Gençlerin dünyanın fâniliğini kavrayıp, ebedî hayatları için çalışmalarında, ölümü düşünmelerinin büyük etkisi vardır. Bir gün mutlaka öleceğini düşünüp o şuur ile çalışmayan, kendisine âhireti kazanmak için verilen ömür sermayesini boş yere harcar. Gelip geçici lezzetlere dalar, dünyayı bir oyun ve eğlence alanı zanneder.

Peygamberimiz, "Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz" (Tirmizi, Zühd: 2), buyurarak, bizleri bu gafletten kurtarmak ister.

Nitekim Abdullah ibni Ömer'in (r.a.) anlattığı şu hâdise ne kadar ibretlidir:

 Ensardan bir adam gelerek, Peygamberimize (a.s.m.) şöyle sordu:

"Yâ Resûlâllah, mü'minlerin hangisi daha akıllı, daha şuurludur?"

"Ölümü en çok hatırlayanı ve ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlananı. İşte onlar en akıllı, en şuurlu olanlarıdırlar." (İbn-i Mâce, Zühd: 31)

Yine Abdullah ibni Ömer (r.a.) şunları anlatır:

Resul-i Ekrem (a.s.m.) vücudumun bir yanından tutarak şöyle buyurdu:

"Dünyada sanki bir garîb (gurbette olan yabancı), hattâ yoldan geçen bir yolcu imişsin gibi ol ve kendini kabir halkından (biri) say. "

Daha sonra İbni Ömer (r.a.) sözüne şöyle devam etti: Sabaha çıktığın zaman kendine akşamın sözünü etme, akşama çıktığın zaman da kendine sabahın sözünü etme. Hastalığından önce sıhhatinden, ölümünden önce hayatından (istifâde edip tedbir) al. Çünkü sen, ey Abdullah! Yarın adının (mutlu mu, bedbaht mı) ne olacağını bilemezsin. (Tirmizi, Zühd: 25)

Gerçekten de, dünya hayatının fâniliğini bundan daha güzel anlatan bir söz olamaz. Çünkü, insanın elinde bulunan "ömür" ve sahip olduğu zaman, sadece bir "an"dır. Hiç kimse, bir sene, bir ay, bir gün, hattâ bir saat sonrasına kadar yaşayacağını garanti edemez. O halde bulunduğu ânı, en güzel bir şekilde değerlendirmeli, Allah'a hakkıyla kul olmalıdır.

Bununla birlikte, dünyanın fâniliğini anlamak ve zevklerini terk etmek demek, kendisini Allah'ın nimetlerinden mahrum etmek değildir.

Bu hususu şu hadîs çok güzel ifâde eder:

"Dünya zevkinin terki, helâl bir şeyden kendini mahrum etmek veya malı elden çıkarmakla değildir. Fakat dünya sevgisinin terki, elinde bulunanların Allah'ın katında bulunanlardan daha güven verici olmaması ve bir musibete uğradığın zaman o musibet sende bırakılmış olsaydı sevabı için ona daha istekli olmandır." (Tirmizi, Zühd: 29)

Gençlerin dünyaya dalmamaları için sadece ölümü düşünmeleri yeterli değildir. Aynı zamanda ölümden sonrasını da tefekkür etmek gerekir. Kabir hayatını, Kıyâmeti, Haşir Meydanını, muhasebe ve muhâkemeyi, Mîzanı, Sıratı ve Cehennemi de iyice düşünmek lâzımdır ki, buraların azabından kurtulmak için Allah'a sığınalım ve zamanımızı Allah'ın istediği tarzda geçirelim.

İnsanın ölümden sonra uğrayacağı ilk durak kabirdir. Peygamberimiz (a.s.m.), "Kabir âhiret menzillerinden bir menzildir. Kişinin buradaki hesabı kolay olursa diğer duraklardaki hesabı da kolay olur, zor olursa diğerleri de zor olur" buyurmuştur.

Kabir azabı haktır. Kişi, dünyada yaptığı kötülüklerden dolayı önce kabirde azap görecektir. Hazret-i Osman (r.a.) ağlayarak, Resul-i Ekremin (a.s.m.) şu sözünü aktarırdı: "Kabirden daha korkunç bir manzara görmedim." (Tirmizi, Zühd: 5)

Peygamberimiz, kabirleri ziyaret ettiğinde, bura ehlinin vaziyetini görür ve sahabîlere haber verirdi. Yukarıdaki hadiste kabrin korkunçluğunu belirttiğine göre, kabir azabına uğramamak için çok çalışmak gerekir.

Kabirden sonraki dehşetli zaman, kıyâmet günüdür. Bu hususta Efendimiz (a.s.m.) şunları söyler:

"Kıyâmet günü olunca güneş, kullara bir mil veya iki mil mesafede oluncaya kadar yaklaştırılacaktır. Güneş onları âdetâ eritecek ve amelleri miktarınca ter içinde kalacaklardır. Onlardan kimini topuğuna kadar alacak, kimini diz kapaklarına kadar alacak, kimini beline kadar alacak, kimine de basbayağı gem vuracaktır." (Bu sırada Resul-i Ekrem ağzını işaretliyordu.) (Tirmizi, Kıyame: 2)

İşte böyle dehşetli bir günde kurtuluşun yolu, dünyada iken Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmaktır. Peygamberimizin sünnetini de rehber edinmektir.

Kişi, dünyada yaptığı her şeyden haşirde hesaba çekilecektir. O kadar ki, Zilzal Sûresinde, zerre kadar yaptığı bir iyiliği veya kötülüğü mutlaka göreceği belirtilir. Kişinin sevapları ve günahları tartılacak, iyilikleri fazlaysa Cennete, kötülükleri fazlaysa Cehenneme gidecektir.

Bu zorlu muhâsebeye uğramadan önce şu hadîsden ders almak gerekir:

Abdullah bin Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:

"Vallahi sizden hiç kimse yoktur ki, birinizin gördüğü dolunayla başbaşa kaldığı gibi Rabbiyle başbaşa kalmasın. Sonra Allah ona şöyle buyurur:

Ey Ademoğlu, benim hakkımda seni ne aldattı?

Ey Ademoğlu benim için ne amel işledin?

Ey Ademoğlu, Benden ne kadar hayâ ettin?

Ey Ademoğlu, peygamberlere ne cevap verdin?

Ey Âdemoğlu, sana helâl olmayana bakarken Ben gözlerinin üzerinde gözcü değil miydim?

Sana helâl olmayan şeyleri dinlerken Ben kulaklarının üzerinde kontrolcü değil miydim?

Ey Âdemoğlu, sana helâl olmayan şeyleri söylerken Ben dilinin üzerinde murakıp değil miydim?

Sen ellerinle helâl olmayan şeyleri tutarken, Ben onların üzerinde gözcü değil miydim?

Ayaklarınla sana helâl olmayan şeylere giderken Ben ayaklarının üzerinde gözetleyici değil miydim?

Sana helâl olmayan şeylerle kalben ilgilenip dururken Ben, kalbinin üzerinde murakıp değil miydim?

Yoksa sana olan yakınlığımı ve sana gücümün yettiğini inkâr mı ettin?"

Rabbimizin bu hitapları, şu anda bile bizleri ürpertmekte, tüylerimizi diken diken etmektedir. Bir de aynı hitabın, bütün haşmet ve dehşetiyle âhirette yapılacağını düşünelim. Bu hitap, Allah'ın emirlerine uymayanlar için ne kadar utandırıcı, acıklı ve hüzün vericidir.

Bu bakımdan fırsat elde iken âhirete ciddi çalışmak gerekir.

Cehennem azabını da düşünmeli ve ondan kurtulmak için duâ etmeliyiz.

Cehennem azabının dehşetini anlamak için Numan bin Beşir'den (r.a.) rivâyet edilen şu hadîs, yeterlidir:

"Azap bakımından Cehennem ehlinin en hafif olanı, iki ayağının oyuğunda iki ateş bulunan ve bundan dolayı beyni kaynayan kişidir." (Tirmizi, Cehennem: 12)

Cehennem azabının en hafifi buysa, en dehşetlisinin ne olacağını düşünmek zor değildir.

Allah bizleri ölümü düşünüp fâni dünyanın zevklerine dalmayan, kabir ve Cehennem azâbından kurtulan kullarından eylesin.

 

Allah Hangi Gençleri Beğenir?

Hayatıyla bize en büyük bir rehber, en büyük bir nümune olan Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Allah, gayr-i meşrû şehvet peşinde olmayan genci pek beğenir" (Müsned, 4:151) buyurmaktadır.

Bu hadiste, hayatının en fırtınalı ve en tehlikeli dönemlerini yaşayan gençler için çok büyük bir müjde vardır: Allah'ın beğenmesi.

Bu öyle bir müjdedir ki, insanın tüm sevdiklerinden, beğenisini kazanmak istediği bütün şahıslardan daha değerli, daha yücedir.

Çünkü Bedîüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, "Kim Allah'a yâr ise her şey yârdır, her şey yarar."

Meşhur Hikem-i Atâiyye, "Cenâb-ı Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve onu kaybeden neyi kazanır?" demiştir. Yâni "Onu bulan her şeyi bulur, Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz. Bulsa da başına belâ bulur."

İşte dünyalara bedel olan Allah'ın beğenisini kazanmanın yolu gayri meşru şehvet peşinde olmamaktır.

Yine gençlerle ilgili hadislerde, "Allah'ın gayri meşrû şehvetini terk eden genci meleklerin bazısı gibi gördüğü" belirtilmektedir.

O kadar ki, Câbir'den (r.a.) rivâyet edilen bir hadiste meâlen, "Hangi delikanlı ki, genç yaşında evlenirse, onun şeytanı şöyle bağırır: 'Eyvah, dinini benden korudu'" (Ramûzu-l Ehâdis, c.1 s.179) buyrulmaktadır.

Yine Yüce Efendimiz (a.s.m.), "En şerliniz, bekârlarınızdır" (Keşfü-l Hafâ, 2:6) buyurarak, çok mühim olan bu konuya ayrıca dikkat çekmiştir.

Acaba şehvet konusunun ehemmiyeti nereden kaynaklanmaktadır ki, onu bırakmak Allah'ın sevgisini kazandırmakta ve gençleri melekleştirmektedir?

Evlenerek şehvetini gayri meşrû fiillerden korumak neden "dini şeytandan korumak"la eş tutulmaktadır?

Ve neden insanların en şerlileri bekârlardır?

Hemen şunu da belirtelim ki, son hadisteki hüküm genel değildir. Bu hadiste, bekâr olup da iffetini koruyamayanlar kast edilmektedir. Yoksa ashab-ı suffadan çok bekâr sahabî vardı. Birçok İslâm kahramanı hiç evlenmemiştir. Bekâr olup da iffet ve namusunu koruyan, gayri meşrû şehvet peşinde koşmayan kimseler elbette bu hadisteki hükmün dışındadırlar. Aksine onlar sırf İslâma hizmete daha fazla zaman ayırmak için evlenmiyorlarsa, tebrik ve takdire lâyıktırlar.

Çünkü, aslolan iffetin korunmasıdır. Evlilik ise onun vasıtasıdır. Eğer bir kişi evlendiği halde iffetini korumuyorsa, o bekâr bir gençten daha şerlidir.

Bundan sonra yukarıda sıraladığımız soruları cevaplayalım.

Evet, nedir iffete bu kadar ehemmiyet vermenin, şehvetten bu kadar sakındırmanın sırrı?

Bir kere gayri meşrû şehvet peşinde olmak zaten çirkin bir fiildir. Toplumun temeli olan âile yuvasını yıkmakta, nesilleri birbirine karıştırmaktadır.

Ayrıca gençliğin zamanını, sağlığını, parasını, mesâisini, işini, okulunu mahveder gayri meşrû şehvet peşinde koşmak. Hattâ insanları intihara kadar götürür.

Nice gençler var ki, sırf bu meseleden dolayı, kavga ve cinâyetlere giriyor, ömrünü hastanede veya hapishânede geçiriyor. Hattâ öyleleri var ki, derdinden hastalanıyor ve kısa sürede ölüyor.

Çevremize baksak, iffetli olamamaktan dolayı, işini veya okulunu yarım bırakan, sağlığını perişan eden, zamanının büyük bir bölümünü hebâ eden, kendisinin veya babasının servetini batıran nice gençler görürüz.

Altın gibi gençler, pırıl pırıl kabiliyetler, fırtına gibi zekâlar kaybolup gitmekte, mahv u perişan olmaktadırlar.

İşte bunun için âyet ve hadislerde bilhassa tehlikenin odağında olan gençlerimiz şiddetle ikaz ediliyor, iffetli olmaları övülüp teşvik ediliyor.

Şehvetin esiri olunduğunda bütün bir ömrün hebâ edileceği, oysa bu ömür ve kabiliyetlerin Allah'ı tanıyıp ibâdet etmek için verildiği ısrarla belirtiliyor ki, gençler tuzaklara düşmesin.

 

Harama Nazar Etmemek

Şehveti gayri meşrû yerlerde kullanmanın nasıl anlaşıldığını hadisler ışığında inceleyelim.

Gençliğin ve bekârlığın mühim bir tehlikesi Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivâyet edilen şu hadiste çok veciz bir şekilde anlatılmaktadır:

"Âdemoğluna zinâdan nasibi yazılmıştır. Buna mutlaka erişecektir. Gözlerin zinâsı bakmaktır, kulakların zinâsı dinlemek, dilin zinâsı konuşmak, elin zinâsı tutmak, ayağın zinâsı da yürümektir. Kalp ise heves eder, diler. Ferc (cinsel organ) ise bunu ya uygular veya reddeder." (Müslim, Kader: 21)

Demek ki şehveti gayri meşrû bir şekilde kullanmak olan "zinâ"nın çeşitleri vardır. Bunlar yasaklanmış fiili, "düşünmek", gayri meşrû bir şeye "bakmak", "konuşmak", "dinlemek", "dokunmak", ona "teşebbüs" etmektir. Kalp ise buna "heves" etmekte, ferc ise ya reddetmekte veya uygulamaktadır.

Nitekim bir âyet-i kerimede, "Zinâya yaklaşmayın" buyrulmaktadır. "Zina yapmayın" yerine, "Yaklaşmayın" ifâdesinin tercihi dikkat çekicidir. İşte bu kısa âyet, yukarıdaki hadiste belirtilen hususları içine almaktadır. Âyet, yaklaşmanın her türlü yolunu yasaklamaktadır.

Gerçi Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivâyet edilen, "Şüphesiz ki, dillerle söylenmedikçe veyahut fiîlen yapmadıkça Allah ümmetimin kalbinden geçirdikleri şeyleri onlara bağışlamıştır" (Müslim, Îmân: 58) şeklindeki hadîste yasak bir fiili düşünmenin bağışlandığı belirtilmiştir. Ancak bunu alışkanlık hâline getirip zaman israf etmek, Allah'ı tefekkür ve güzellikleri düşünüp plânlamak için verilen düşünme ve hayal kabiliyetini boş yere meşgul etmek doğru değildir.

Yukarıda sayılan "harama bakmak" hususu, âyet ve hadislerle yasaklanmıştır.

Nûr Sûresinin 30 ve 31. âyetlerinde, "Mü'minlere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar. Bu, onların temizliği için daha uygundur. Muhakkak ki Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar" buyrulmaktadır.

Bu âyetler hem erkeklere, hem de kadınlara, kendileri için bakılması câiz olmayan kişilere nazar etmelerini yasaklamaktadır.

İbn-i Büreyde'den (r.a.) rivâyet edilen şu hadis de konumuzla ilgilidir:

"Resûlüllah (a.s.m.) Hz. Ali'ye (r.a.), 'Ya Ali bakışı bakışa tâbi kılma, kasıtlı olmadığı için birinci bakış sana câizdir, (fakat) diğer bakışlar sana câiz değildir' demiştir." (Ebû Dâvud, Nikah: 43)

Buradaki "birinci bakış", insanın çarşıda pazarda yürüyebilmesi için zarurî olarak baktığı yerlerde istemeyerek gözünün rastladığı durumlar için söz konusudur. İnsan gözü kapalı gezemeyeceğine göre, zarurî işleri için, lüzumlu yerlerde kasdî değil, tebeî bir surette rastladığı durumlar birinci bakışa girer. Bazen insan bir şeye bakarken istemeyerek bir başka varlığı da görebilir. Bilhassa Asr-ı Saâdet için söz konusudur.

Ama şimdi "Nasıl olsa ilk bakış câizdir" deyip sağı solu teftiş eder gibi bakarak gitmek doğru değildir. Çünkü zamanımızda âniden ve farkında olmadan rastlama gibi bir olay yoktur; her tarafta her an namahreme, açık saçık insanlara ve harama rastlanmaktadır. Bunun için tüm bakışları kontrol altında tutmak gerekir.

Nâmahreme bakmanın zararları çoktur. Kişinin zamanını, hafızasını, dikkatini tahrip eder. Bakmamak ise, milyonlarca sevap kazandırdığı gibi, şu kudsî hadisteki mânevî lezzete mazhar eder:

"Nâmahreme bakmak, şeytanın oklarından bir oktur ki, her kim Benden korkarak onu bırakırsa, zevkine bedel ona öyle bir îman veririm ki, onun lezzetini ve tatlılığını kalbinde duyar." (Taberânî ve Hâkim)

Burada da müthiş bir müjde var. Gerçekten gençlerimiz bu hususa dikkat ettiklerinde kendilerinde büyük bir huzur ve sevinç, âdetâ maddîyattan sıyrılıp nûranîleşmiş bir hâl hissedeceklerdir.

Önsöz 1 2 3 4 5 6 Sonsöz