Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Ses Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Üç Muhammed

Üç Muhammed

Mustafa İslamoğlu

DENGE YAYINLARI

Kitap hakkında Ömer Faruk Uysal tarafından yazılmış bir eleştiri yazısı

Üç Muhammed : İki tasavvur bir gerçek

Ve nihayet bitti...

Her kitap bir doğumdur. Kimisinin sancısı kısa, kimisininki uzun sürer. Kimisinin bedeli küçük kimisininki büyük olur. Üç Muhammed'in sancısı biraz uzun sürdü, ama sonunda o da doğdu.

Üç Muhammed'i kaleme almama neden olan olay herkesin her zaman duyduğu klişe bir hitaptı: 

"Allahımız bir!

Kitabımız bir!

Peygamberimiz bir!"

İşte tam burada durmuştum. Bu duruş hayli uzun sürdü. Üzerinden yedi yıl geçti.

O ses hâlâ kulaklarımda çınlıyor: "Peygamberimiz bir!.."

Bu ne güzel temenni, fakat şu soruların cevabı hiç de bu temenni kadar iç açıcı değil: Bir, bu temenni yaşanan gerçeğe tekabül ediyor muydu? Bunun aktüel karşılığı var mıydı? Sahi, gerçekten bir miydi peygamberimiz?

Sorular bunlarla sınırlı değildi: Müslümanların tümü aynı peygambere mi inanıyorlardı? Farz-ı muhal, inandıkları peygamber kabrinden kalkıp gelse, "peygamberimiz bir" diyenler ona karşı kaç tür tavır ortaya koyardı? Bir tel alabilmek için saçına sakalına hücum edenlerin yüzdesi, bir parça koparabilmek için elbisesine üşüşenlerin oranı ne kadar olurdu?

Ya hiç tanımayacak olanların yüzdesi? Yoksa, "Benim zihnimde oluşturduğum imaj aslından daha iyi" deyip, gerçeğine sırt mı dönerlerdi? Peygamberlerini taşlayarak öldüren İsrailoğulları gibi taşlayanlar da çıkar mıydı?

Her şey için geçerlidir: Bir şeyin gerçeği kaybolunca, imajı oluşturulur. Oluşturulan imaja "tasavvur" denir. Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurlarını merak edip araştırsak, birbirine hiç uymayan kaç peygamber tasavvuru çıkardı dersiniz?

Melek peygamber?

Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep "Kaf Dağı"nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber...

Ya da "vahiy postacısı"?

Kur'an'ı bir ara kablosu hüviyetiyle iletip, müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber... Bu durumda o, artık tarihin malıdır. Misyonu yaşamıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu misyonun taşınması, yaşanması, üretilmesi, ihya edilmesi, örnek alınması söz konusu değildir.

İkisi de aynı kapıya çıkmıyor mu: hayattan dışlamak... Ne ki, birincisi bu sonucu yüceltme adına gerçekleştirirken, ikincisi indirgeme adına gerçekleştiriyor.

Birinciler peygamberlerine, Hz. İsa'yı yücelteceğim derken yarı-ilah haline getiren Hıristiyanların yaklaşımını sergilerken, ikinciler peygamberlerini taşlayan ve onlara sıradan biri muamelesi yapan Yahudilerin yaklaşımını sergiliyor.

Şu bir gerçek ki, bir peygamber iki tür yaşar: Birincisi fiziki varlığıyla, ikincisi misyonuyla. Bir peygamber iki kez öldürülebilir: Birincisi fiziki varlığını ortadan kaldırarak, ikincisi misyonunu ortadan kaldırarak.

Eğer peygamberin fiziki varlığı ortadan kaldırılmış fakat misyonu yaşıyorsa, o gerçekte yaşıyor demektir. Çünkü peygamberi peygamber yapan bedeni değil mesajıdır. Fakat, eğer ortadan kaldırılan misyonu ise, işte peygamber asıl o zaman ölmüş ve öldürülmüş demektir.

Tarihsel süreç içerisinde, bir de İslami disiplinlerin kendilerine özgü peygamber portreleri oluşmuştu Hadisçilerin hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı, Fıkıhçıların, Hz. Peygamber'in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi baktıkları formel aklın kodlayıcı peygamber anlayışı; ve Mistisizmin peygamberi adeta buharlaştırıp bir "enerji bedene" dönüştüren "Nur-u Muhammedi" felsefesine dayalı irfanî peygamber anlayışı...

Bu problemli tasavvurların sağlamasını neyle, nasıl yapacaktık? Yani, doğru bir peygamber anlayışına nasıl ulaşacaktık?

Elbette Kur'an'la!

Çünkü, nasıl Kur'an'ı onunla tanıdıksa, onu da Kur'an'la tanıyabilirdik. O nasıl Kur'an'ın aynasıysa, Kur'an da onun aynasıydı. Allah'ın gör dediği yerden bakanlar, onu Kur'an'da Kur'an'ı onda görürlerdi.

Kur'an onu "tarihsel bir değer" olarak değil, aktüel bir değer olarak tanıtır ve her müminin "şimdi ve burada"sına taşır. Kur'an'a göre o aktif, kurucu ve inşa edici bir öznedir. Kur'an onu bir 'iletişim aleti" gibi, ya da "melekleştirilmiş bir efsane varlık" gibi gören anlayışı dışlar.

En iyisi onu Kur'an'dan öğrenmek. Nasıl ki Kur'an'ı en iyi o anlatmışsa, onu da en iyi Kur'an anlatmıştır.

O veda hutbelerinde "büyük şahit" olmanın endişesiyle kendisini dinleyen kalabalıklara önce "Tebliğ ettim mi?" diye soruyor, ardından aldığı cevabı Allah'a arz ederek "Şahid ol Yarab!" diyordu.

Ondan 14 asır sonra dünyaya gelen sıradan bir kulun şahadetinin onun nezdinde bir değeri varsa, ben de şahidim ki o, Risalet görevini bihakkın yerine getirmiştir. Bu kitap, şahadetimin bir belgesi sayılırsa, işlevini ifa etmiş olacaktır.

Onu yazmak: Hem tarifsiz bir haz, hem de zorlu bir iş

Yazı, 'sızı'nın çocuğudur. Okurlarımın bunun ne demeye geldiğini anlamaları için, sıradan bir mektup yazarken dahi nasıl zorlandıklarını hatırlamaları kâfi. Bir de, bilgi birikimi ve fikri ceht olmadan bir sayfasını dahi yazmanın mümkün olmadığı yoğun eserleri kotarmanın zorluğunu düşününüz.

İşte tam da bu noktada, bir kitabın doğum sancısını kendisine benzetebileceğim tek sancı geliyor aklıma: Bir ananın doğum sancısı. Kimbilir, belki de analara analık bilgeliğini kazandıran o sancıdır. İşte onun için, analar anlamsız bulurlar çocukları arasında ayrıma davetiye çıkaran soruları. Sanırım bir yazara da "Hangi kitabınızı?.." diye başlayan soruların garip gelmesi de aynı nedenden dolayıdır.

Ama çocukların zor doğanı olduğu gibi, kitapların da zor doğanı vardır. Doğrusu bu hafta "sonu misk olsun" temennisiyle son noktayı koyduğum Üç Muhammed adlı eser de kitaplarım arasında zor doğumuyla hatırlayacağım bir eser olma özelliğini taşıyor.

Zor, çünkü onu konu ediniyorsunuz. O, yani insanlığın ufku. O, yani "insan." O, yani Allah'ın insanlığa rahmet olarak gönderdiği Rasul Aleyhisselâm. Onu yazmanın zorluğu malum; insanî erdem ve meziyetlerin iki ayak üzerine doğrulmuşu olan bir zatı söze sığdırmaya çalışmanın doğal zorluğu bu.

Onun emri: "Hıristiyanların Meryem Oğlu İsa'yı aşırı yücelttikleri gibi siz de beni aşırı yüceltmeyin. Ben yalnızca bir kulum. Benim için şöyle deyin: Allah'ın kulu ve Rasulü!"

Onu, bu emrine uyarak hem kul hem Rasul olarak ele alacaksınız. Bu emrin çerçevesini zorlamayacaksınız. Onun, kendisini tanımanız için verdiği bu koordinatlardan sapmayacaksınız. Kulluğunu işlerken elçiliğini, elçiliğini işlerken kulluğunu göz ardı etmeyeceksiniz.

Bu saydıklarım, Sevgili Nebi'yi konu edinirken yaşadığım zorluğun sadece küçük bir bölümü. Asıl zorluk, yüzyılların oluşturduğu gerçeğinden kopuk peygamber tasavvurlarını ele alıp tahlile tabi tutmak. Hz. Peygamber'i yanlış anlamanın vahim sonuçlarını, ona yönelik sevgiyi zedelemeden dile getirebilmek . "Anlama problemi" taşıyan peygamber tasavvurlarını adil ve mutedil bir yaklaşımla ele almak. Bütün bunları, kırıp dökmeden yapabilmek.

İşte bunun için, eserlerim arasında en zor doğanlardan biriydi Üç Muhammed. Şükür sonunda doğdu. Yukarıda dile getirdiğim hususlarda herkesi ve her çevreyi tatmin edecek seviyede bir üslubu yakalayıp yakalamadığı konusunda hâlâ tereddütlerim var. Fakat tereddüdümün olmadığı tek şey, bu eserin Hz. Peygamber'i doğru anlamanın aktüel önemine mütevazı bir katkı olmasıdır.

Hz. Peygamber'i doğru anlamanın önemi

Önemli, çünkü bir peygamberin risalet mirasına yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri, onu yanlış anlamaktır.

Bir peygamber iki şekilde yaşar ve yaşatılır: Birincisi tarihsel varlığı olan maddi hayatıyla, ikincisi zamanlar ve mekânlar üstü olan risalet mirasıyla. Bir peygamber iki tür cinayete muhatap olabilir: Birincisi, tıpkı Yahudilerin kendi peygamberlerine yaptıkları gibi maddi varlığını ortadan kaldıracak saldırılarla, ikincisi teslisçi Hıristiyanların Hz. İsa'ya yaptığı gibi mesajının özünü bozup misyonunu yok edecek tavırlarla.

Sizce hangisi daha büyük ve tehlikeli?

İkincisi değil mi?

Evet, çünkü bir peygamberi peygamber yapan maddi varlığı değil, mesajıdır. Hz. Peygamber, Kur'an tarafından "güzel örnek" olarak tanıtılmaktadır. Örnek gösterilen bir değer, "örnek alınması" mümkün olan bir değerdir. Yani hayata taşınması, yaşanması ve "üretilmesi" mümkün olan... Değilse, imkânsızı örnek göstermek olurdu ki, Rabbimiz bundan münezzehtir.

Bugün en büyük problem, dinin teorik kaynağı olan Kur'an ile dinin pratik kaynağı olan Hz. Peygamber'in arasının tasavvur düzeyinde açılmasıdır. Oysa ki biz Kur'an'a Peygamber vesilesiyle ulaştık. Peygamberi ise Kur'an'la tanıyoruz. Kur'an'ı Peygambersiz anlamaya çalışmak nasıl "anlama problemi" ise, Peygamberi Kur'an'sız anlamaya çalışmak da öylesine bir anlama problemidir.

Bu ikisi etle tırnak, tohumla toprak, ağaçla yaprak gibidir.

Üç Muhammed işte bu perspektifle kaleme alındı. Zihinlerdeki kurgusal peygamber imajını, Kur'an'ın tanıttığı gerçeğiyle tashih etmek için atılmış mütevazı bir adımdır.

Kişisel olarak, bendeniz için taşıdığı sembolik anlamı ise daha farklıdır. Bu, onun risaletini tastamam gerçekleştirdiğine dair, kendisinden 14 asır sonra kayda geçmiş bir şahitlik belgesidir.