“Hayatım ve Hatıralar”dan ibaret olan bu kitaba “Bir Varmış, Bir Yokmuş” adını koydum; çünkü kendileriyle hatıralarım olan yüzlerce kişiyi düşündüğüm zaman, sanki masal kahramanlarını düşünüyordum; hepsi dünya âleminden yok olup gitmişlerdi, bırakın ebediyeti, fani dünyanın ömrüne nispetle bile ömürlerimiz bir nokta kadar değildi; sanki “bir vardık”, ama kesin olarak ve uzun zaman “bir yokuz”.
Gök kubbede bir hoş sadâ bırakanlara ne mutlu!
Bu bir noktacık ömrümüzün boyu kısa olsa da değeri, ebedi saadeti elde edecek, onu satın alacak kadar büyük.
“İlim bir noktadır, onu bilgisizler çoğaltmış” diye bir hikmet söylenir. Şu halde “nokta” deyip geçmemek lazım. Ömür noktasını, dünya hayat kitabının uygun yerine koymayı başarırsak “iyi ki, dünyaya gelmişiz” diyeceğimiz bir gün gelecektir. (Hayreddin Karaman)
YAZARLA KİTABI ÜZERİNE
“İçtihat Kapısı Kapanmamıştır”
Söyleşi: Fahrettin Altun, Anlayış, Sayı: 59, Nisan 2008, s. 26-30.
Anlayış dergisinin Nisan ayı SöyleşiYORUM konuğu kıymetli ilim adamı, İslam Hukuku profesörü Hayrettin Karaman. Kendisi ile Türkiye’deki toplumsal değişmeden üniversitelerin yapısına, içtihat tartışmalarından İslamcılığa kadar geniş bir alanda, istifade edebileceğinizi düşündüğümüz bir söyleşi gerçekleştirdik. Hayrettin Karaman Hoca Türkiye’nin sancılı dönemlerine tanıklık etmiş, birçok talebe yetiştirmiş, alanında yetkin onlarca eser kaleme almış, babacan bir ilim adamı. Onun tanıklıklarına, tecrübelerine, hayat hikayesine aşina olmak ve onun emsalsiz tavsiyelerine kulak vermek isteyenler, İz Yayıncılık’tan geçtiğimiz ay çıkan Bir Varmış Bir Yokmuş isimli 3 ciltlik hatıratını görmezlik etmesinler.
Türkiye’nin önemli dönüşümler yaşamaya başladığı 1950’li yıllardan bu yana ilim adamı sıfatı ile birçok tecrübe biriktirdiniz. Biz bugün bu tecrübe ile bir söyleşinin sınırlarının elverdiği ölçüde hemhal olma arzusundayız. Hayrettin Karaman ile Hayrettin Karaman’ı ve yine onun gözünden Türkiye’nin toplumsal meselelerini konuşalım istiyoruz. Biyografik bir sıra izlemek sanırım en doğru yöntem olacak. 1959 senesinde Konya İmam-Hatip Okulu’ndan mezun oldunuz. Öncelikle bu okulların Türkiye’nin toplumsal dönüşümüne ne tür etkileri ya da katkıları oldu sizce?
Açıkçası İmam-Hatip okullarını açanlar ile bu okullara çocuklarını gönderenlerin hedefleri aynı değildi. Dindar Müslümanlar, yani hayatlarında İslam’ı merkeze koyan insanlar ile bu okulları laik Cumhuriyet’i halka benimsetmek için bir araç olarak görenlerin amaçları birbirinden farklıydı. Dindar Müslümanların çocuklarına din öğretmek gibi bir gayeleri vardı. Bunlar içerisinde çok az bir kısmı gelecekteki müspet dönüşümün bir aracı olarak görmüşlerdir bu okulları. Talepler son derece mütevazıdır: Çocuklarımız dindar, ahlaklı olsun; arkamızdan bir Fatiha okusun; mihraplar boş, cenazemiz ortada kalmasın…
Sonuç ne oldu peki? Okulları açanların mı, bu okullara çocuklarını gönderenlerin mi istediği oldu?
Şunu kabul etmek lazım. İmam-Hatip okullarından mezun ya da yolu oradan geçmiş insanların sayısı, aşağı yukarı 2 milyon civarındadır. Bunların kahir ekseriyeti bizim gelenek haline gelmiş olan Müslümanlığımızın Türkiye’de yeniden yeşermesi, canlanması ve yayılmasında güçlü bir amil olmuşlardır. İmam-Hatiplerin rolünü bu açıdan başka kurum, yahut yapılarla kıyaslayamazsınız. Mesela Karadeniz’de, Doğu’da medreseler vardır. Türkiye’nin muhtelif yerlerinde kurslar vardır. Farklı cemaatlerin uğraşları söz konusudur. Tarikatların hizmetleri vardır. Fakat ben doğrudan müşahedeme dayanarak söylüyorum ki, Türkiye’nin müspet dönüşümünde en etkili olan camia, İmam-Hatip camiasıdır.
Bu dönüşümle neyi kastediyorsunuz? Bu dönüşümün somut göstergeleri hakkında neler söylersiniz? Bu manada 1950’lerin Türkiye’sini 2000’lerin Türkiye’si ile karşılaştırdığımız vakit değişen nedir?
Birkaç madde sayayım isterseniz, böylelikle daha açıklığa kavuşur söylediklerim. Bir kere Diyanet hizmetlerini ele alalım. Hani din görevlileri diyoruz, din adamı tabirinden pek hoşlanmadığımız için; hayır ve iyiliğe hizmet edenlere atfen hademe-i hayrat diyoruz. Dikkat buyurursanız artık sadece şehirlerde ya da ilçelerde değil, köylerde bile mihraplarda artık İmam-Hatip mezunları var. Mesela bu bir gösterge. Müftüler onlardan. Vaizler ve imamlar onlardan. Diyanet merkezindeki dairelerde de üst kademeden alt kademelere hizmet ve makam sahibi olmuş olan insanların da gene kahir ekseriyeti onlardan.
Fakat İmam-Hatiplerden de beklenen zaten bu değil miydi?
Bu meselenin sadece bir tarafı. Türkiye’nin medyasını ele alalım farzı muhal. Medya sektöründe İmam-Hatip okumuş yığınla insan var. Sonra farklı alanlara yönelmiş; fakat neticede İmam-Hatip menşeli. Mesela ülkenin sanat hayatını ele alalım. Tiyatrodan resme kadar her alanda İmam-Hatipliler var. Ticaret sahasında, ekonomik hayatta da böyle bir durum var. Bugün holding, şirket, fabrika kurmuş; ithalat-ihracat yapan birçok İmam-Hatip mezunu var. İmam-Hatipliler yerel yönetimlerde, bürokraside, siyasi hayatta da önemli bir yer teşkil ediyorlar. Tek bir partide değil, birçok partide hem de.
Bütün bunlar bir dönüşüme hizmet etmiştir diyorsunuz.
Evet, müspet bir değişimdir bu. Fakat şunu da kaydedeyim burada ilk defa. Tek tip bir İmam-Hatipli modeli de olmamıştır hiçbir zaman. Bunu İmam-Hatip camiasının en başından beri içinde olan ve ölene kadar da içinde olacak biri olarak ifade ediyorum.
Peki, hocam buradan müsaadenizle farklı bir noktaya getireyim sözü. Başlangıcından 4. Asra Kadar İslam Hukuku’nda İçtihat başlıklı tezinizi 1973 yılında tamamladınız. Her akademik çalışmanın bir hikayesi vardır derler. Sizin çalışmanızın hikayesi nedir? Niçin “içtihat” meselesine ilgi duydunuz?
Güzel bir soru. Bunu daha önce birkaç vesileyle açıklamaya çalışmıştım. Fakat bu vesileyle bu meseleyi daha kâmil bir şekilde açıklamaya çalışayım. Ben ulum-u İslamiye tahsiline geç başladım. Bu işe başladığımda yaşım 16 idi. Bana sorarsanız bu işe 4-5 yaşlarında başlamak icap eder. Bu yaşlarda hıfza başlamak lazım. Ben 16 yaşıma kadar başka vadilerde dolaştım. Tahsil hayatıma başladığım vakit bir kere yaşım zaten büyüktü. Hayatı tanıma bakımından bu 16 yıllık ömrüm çok maceralı geçti.
Hatıratınızda uzun uzadıya bahsediyorsunuz bu süreçten.
Evet, bir roman gibi gerçekten, hatıratımda var hepsi. 16 yaşıma kadar yaşadıklarım, içinde yaşadığımız cemiyet hakkındaki bilgi ve görgümü emsallerime nispetle arttırdı. Ben cemiyeti ve insanları, diğer öğrenci arkadaşlarımdan daha ziyade tanımış oldum. Bu birinci husus. İkincisi, İmam-Hatip’e girmeden evvel bir buçuk-iki yıl medrese usulü özel ders okudum. İmam-Hatip okuluna girdiğimde hakiki yaşım 18’di, hatta bu yüzden İmam-Hatip’e girmek için epeyce uğraşmıştım. Tabii 18 yaşında girmişsiniz, biraz mollasınız, bir yandan da okumaya devam ediyorsunuz.
Ve okula girdikten sonra hocalarla tanıştım. Hâkim, polis, tüccar, esnaf insan zihniyetinden sonra, bir de hocaların zihniyetini tanıyordum. Bu insanlara bakıyordum, kahir ekseriyeti kendi âlemlerinde yaşıyorlardı. Süreç ilerliyor, dini öğreniyordum ve gördüm ki, bana din diye sunulan şey, geçmiş beşerin, hem de bin sene, yedi yüz sene, beş yüz sene evvelki beşerin üretimi. O dönemde dinle Türkiye arasında, kendim arasında bir iletişim, diyalog kurmak istiyordum; fakat mümkün olmuyordu. Ben okulda ağabey olduğum için çocuklar problemlerini bana soruyorlardı. Sonra imam oldum, ki bu da enteresandır. İmam-Hatip’te okumaya başladıktan bir yıl sonra vekil, ondan bir yıl sonra da asıl kadrolu imam oldum. Bu sefer cemaatle temasa geçtim. Bilhassa Cuma ve Bayram namazlarına farklı farklı insanlar geliyor; kürsüden indiğimde veya camiden çıktığımda türlü türlü sorular soruyorlardı bana.
Dini, güncel toplumsal hayata nasıl tercüme ederim kaygısı taşıyorsunuz tabii.
Ben o dönemlerde Cumhuriyet’in yetiştirdiği nesille, onların cemiyet hayatındaki problemleri ile yüzleşiyordum. Birçok tartışma açılıyordu. Bunun yanında zikretmem gereken başka bir şey daha var. Ben İmam-Hatipte iken bir yıldan fazla bir süre, farklı ortaokul ve liseden öğrencilerin de bulunduğu bir yurtta kaldım. Oradaki öğrenciler bana soru soruyorlar, çeşitli konularda tartışıyorlardı vs. Bunların yanında benim de hayatın içerisinde karşı karşıya kaldığım problemler vardı ve bu problemleri daha evvelki beşerin ürettiği dinî bilgiyle çözemeyeceğimi görüyordum. Bu bilgilerin de kökü vahye, Kitap’a dayanıyor; fakat bu çıkarımı yapan da bir beşer nihayetinde. Konular arasında örtüşmeyen noktalar, vakti geçmiş hususlar keşfediyordum. Fakat gelin görün ki, etrafımda öyle hocalar vardı ki, onlar için bırakın içtihat üzerine düşünmek, Hanefi iseniz Hanefilikten çıkmanız dahi mümkün değildi. Hatta Hanefi iken başka bir mezhebi herhangi bir noktada taklit etmeniz caiz görülmüyordu. Böyle de bir hava, böyle de bir “çevre baskısı” vardı.
“Mahalle baskısı” yok değil mi hocam!
Yok, yok çevre baskısı diyelim. Şimdi ben o ortamda “Bu böyle olmamalı” diyordum. Devamlı okuyordum. Konya’ya gidiyordum sahaflara.
Neler okuyordunuz? Fikrî beslenme kaynaklarınız nelerdi o dönemde?
Elime geçen her kitabı okuyordum. Fakat özellikle Osmanlı’nın 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra yetişmiş Osmanlı-İslam münevverlerinin kitaplarını, dönemin dergilerini okuyordum. Özellikle Sırat-ı Müstakim, Beyanü’l-Hak çok önemlidir benim için. Bu dergilerde ve eski Sebilürreşat’ta içtihat kapısı, mezheplerin birliği tartışmaları özellikle ilgimi çekiyordu. Bu dergiler, kitaplar, buralardaki tartışmalar benim zihnimde bambaşka kapılar, pencereler açtı. O zamanlarda Ahmed Hamdi Akseki’nin Darülfunun’da asistan iken tercüme ettiği Mezahibin Telfiki ve İslam’ın Bir Noktaya Cem’i çok önemliydi yine. Ayrıca benim son olarak Gerçek İslam’da Birlik diye tercüme ettiğim ve başına uzunca bir giriş ekleyerek neşrettiğim kitabı, Kevakibi’nin ittihad-ı İslam, hilafet, içtihat, içtihadı taklit, mezhepler mevzularında Müslümanların durumu hakkında enteresan bilgileri ihtiva eden Ümmü’l-Kura isimli kitabını okuyordum. Zaten bir arayışım vardı ve bu konuları erken zamanlarda okumuş olmak beni çok etkiledi. Doymuş toprağa yağmur işlemez; fakat kuru toprağa yağmur yağarsa o takdirde toprak, yağmur damlalarını öyle bir çeker ki içine. Böyle bir durumdu benimki de.
Okumalarınız bu çerçevede mi şekillendi?
Daha sonra fıkıh usulü kitapları okumaya başladım. Okudukça anladım ki, bu meselelerdeki tabular, sadece bizim zihinlerimizde imiş. Bazı kaynaklar, kişiler içtihadın şartlarını abartıyorlarmış. İçtihadın basit bir şey olmadığını, fakat imkansız da olmadığını kavradım.
Kapı açık yani.
Evet, kimse kapıyı kapatmamış, bu bir ilim meselesiymiş, bunu anladım. Çalışırsanız, öğrenirseniz, kelimenin tam manasıyla âlim olursanız Kur’ân’ı da hadisleri de yorumlayabilir, tefsir edebilirsiniz. Hem eskiden verilmiş cevapları gözden geçirebilir, hem de eskilerin meşgul olmadıkları, bugünkü hayatımızı ilgilendiren mevzularda İslam’ın hükümlerini ortaya koyabilirsiniz. Bunların mümkün olduğu konusunda tedrici bir kavrayışla İmam-Hatip’i, Enstitü’yü bitirdim. Enstitü’yü bitirdiğim vakit bu konuda çalışmayı kafama koymuştum. Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’ya asistan oldum. O vakitler Hoca bizim Enstitü’deydi.
Yüksek İslam Enstitüsü.
Evet. Hoca’ya böylesi bir konuyu kabul ettirmek de hiç kolay bir iş değildi.
Bahsettiğiniz isimlerin temsil ettiği fikrî çerçeve ile Ömer Nasuhi Bilmen’in çerçevesi epey farklı.
Tabii. Hoca’ya ben de zaten farklı bir noktadan yaklaştım. Dedim ki, “Hocam her köşede bir müçtehit türüyor. Bu işin dejenere olacağı anlaşılıyor. Ben bu işin öyle kolay olmadığını anlatmak üzere bir çalışma yapmak istiyorum.”
Her akademik çalışma bir strateji gerektirir derler.
Aynen öyle, “Çok iyi olur oğlum” dedi.
Sonuçta çalışmayı bitirdiniz ve bu çalışma etrafında sizin açtığınız tartışmalar bilebildiğimiz kadarıyla epeyce ses getirdi. O ortamı da anlatır mısınız? Kimler destekledi, kimler muhalefet etti size? Siz bir de 1976-1980 yılları arasında Nesil dergisini çıkardınız ve burada da bu fikirleri işlediniz. O dönemde başlayan tartışmaları, bugüne yansıması ile birlikte nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi Fahrettinciğim bizim bu çıkışımız karşısındaki tavırları birkaç gruba ayırmak gerekiyor. Az da olsa bir grup, “İşte bir Luther zuhur ediyor”, “Beklediğimiz reformcu geliyor” diye sevindiler. Çoğu hayatta değil onların, fakat çok küçük bir gruptu bunlar. Benimle temas kurdular, teşvik ettiler beni. “Senden çok şey bekliyoruz bu konuda” vs. dediler.
Kimlerdi onlar?
Bir zamanlar Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan Tevfik Gerçeker diye bir zat vardı aralarında mesela. Benim Ankara’ya geldiğimi duyunca kendisi gibi birkaç yaşlı zatla birlikte beni ziyarete geldiler. Benimle görüşüp temennilerini ilettiler. Bunların karşısında yer alan bir başka grup, “İçtihat falan diyerek dini ifsat edecek, halkın kafasını karıştıracak bir müfsit çıkıyor; bunu mutlaka engellememiz lazım” diye düşündü. “Bu adama cephe almalı, onunla mücadele etmeliyiz” dediler. Bu ikisinin arasında meseleyi daha soğukkanlı takip edenler yer aldı. “Bakalım ne oluyor, ne çıkacak?” diyen ve bana biraz daha yakın olup beni tanıdıkları için heyecanla takip eden, ümitlenenler de vardı. Onlar buradan ümmetin ihtiyaç duyduğu ilmî açılımın sağlanabileceğini ümit ettiler. Kimleri de taşıdıkları şüphelere rağmen yine de seyretmeye devam etmek gerektiğini düşünüyorlardı.
Zaman içerisinde bu manzara biraz farklılaştı tabii. Benden beklentisi olanlar içerisinde kimileri beklentilerinin karşılanmadığını görünce hayal kırıklıklarını ifade ettiler. Bu meyanda bana gelen bir özel mektubu saklıyorum, hatıratıma da koydum. “Biz senden neler ummuştuk, sen öyle çıkmadın; korktun. Esaslı bir açılım yapar diye umduk ama eskilere rücu etmekten gayrı bir şey yapmadın” tarzında biraz da incitici mektuplar. Beni müfsit görenlerden kimileri bazen canıma kastederek ama mutlaka çok hakaret ederek tepkilerini göstermeye devam ettiler. Gitgide azaldı tabii bu tepkiler. Fakat ben bir taraftan İlahiyat Fakültesi’nde de ders verdiğim için, benim söylediklerim İlahiyat camiasında karşılık buldu. Bugün fıkıh sahasında çalışanların kahir ekseriyeti benim yol ve yöntemim ile paralel çalışırlar. Ama yine de İlahiyat camiası içerisinde bir başka türlü içtihat yöntemi ile ortaya çıkanlar da yok değil. Yani eğer ona içtihat denirse tabii. Onlar da işte Hasan Hanefi, Fazlurrahman, Muhammed Arkun gibi isimlerden etkilendiler. “Etkilendik” derler veya demezler onu bilmiyorum; ama etkilendiler. O camianın da tavrı şu oldu: “Hoca başta iyiydi ama sonra muhafazakârlaştı.” Aşağı yukarı benim çıkışım karşısındaki tavırlar bunlardır.
Siz buna katılmıyorsunuz. “Hayrettin Karaman muhafazakârlaşmamış, değişmemiş, istikamet üzere durmuştur” diyorsunuz.
Ben değişmedim. Başta neyi hedeflediysem o hedef üzerinde yürüdüm ve hâlâ da yürüyorum. Ben klasik usul-ü fıkıh uygulayarak içtihat yapılmasını ve aynı zamanda bizden evvelki yapılmış içtihatların bütününden, bütün müçtehitlerin içtihatlarından, bir büyük servetten yararlanır gibi yararlanılmasını savunuyorum. Eskiden de bunu söyledim, şimdi de bunu söylüyorum.
Burada dikkate değer bir ironi, belki de bir çelişki gözüme çarpıyor. Bir tarafta “gelenek savunusu” adına, geleneğin donuk, statik bir surette ele alınmasını isteyenler var; bunlar kendilerine büyük harfle “Gelenekçi” diyor. Diğer taraftan geleneğin dinamik bir şey olduğunu, gelenek içerisinden tek bir çizginin mutlaklaştırılmasının problemli olduğunu söyleyenlere de “Modernist” sıfatını uygun görüyorlar. Gelenekçi-Modernist ikilemine sıkıştırılmış böylesi bir tartışma ekseni, modern Türkiye’de dinin meşru bir entelektüel tartışma zemininden yoksun olması ile alakalı gibi görünüyor bana. Bir de buna Türkiye’deki sorunlu din-devlet ilişkilerini eklediğimizde manzara hiç de iç açıcı olmuyor. Ben buradan meseleyi biraz daha sosyo-politik bir noktaya çekeyim müsaadenizle. Hayrettin Karaman bugüne kadar İslamcılık meselesi ile ilgili birçok şey yazdı, çizdi. İslamcılık adı verilen çerçeveyi 2008 Türkiye’sinde nasıl değerlendiriyorsunuz? İslamcılığı modernlik ve kapitalizm karşısında düşünsel yahut siyasal bir imkan olarak görüyor musunuz?
Evvela şunu belirtelim, bir fikrî yahut siyasi harekete sonradan ad konur çoğu kez. Kendilerine İslamcı dediğimiz insanlar bir araya gelip, “Biz fikrî, siyasi, içtimai, kültürel, felsefi, ilahî bir hareket başlatalım; bunun da adı İslamcılık olsun” demediler. “Hadi ellerinizi silah üzerine koyun, yemin edelim” filan da demediler. Mesela 1908’den sonrasını ele alalım. 1908 Meşrutiyet İnkılâbı’ndan sonra Osmanlı Türkiye’sinde kendisini İslam’ın karşısına koyan, onun alternatifi olarak ortaya çıkan hareketler zuhur etti. Daha önce İslam’ın karşısında bir başka sistem, model, proje ya da ideoloji yerleştirilemezdi. Bu, Tanzimat ile başlayan, Kanun-i Esasi ile devam eden ve II. Meşrutiyet sonrasında hızlanan bir süreç. Mevcut fıkıh kitaplarının yanında artık Batı’dan yeni kanunlar alınmaya başlandı. II. Meşrutiyet sonrası muasırlaşma taraftarları içerisinde Türkçüler de Batıcılar da vardı. İslamcılar da çıktılar o vakitler sahneye. Bunların üçünün de felsefi ve kültürel yanları vardı; fakat siyasi yanları çok daha baskındı. Devlette uygulanacak bir model olarak tasarlandıkları için ideolojik bir tarafları da vardı. Bir de tabii burada adı geçmeyen, yine adını biz koyalım, muhafazakârlar vardı. Muhafazakârlar, İslamcılardan farklıdır bence. Onlar da derler ki “Usul-ü kadim değişmez. Her şey olduğu gibi devam etmeli.” Fakat kendilerine İslamcı denen zatlar çıkıyorlar ve diyorlar ki, “Eski hal muhal; ya yeni hal ya izmihlal.”
Said-i Nursi diyor, değil mi?
Evet. Dedikleri şu, “Mazi muhal, yani şimdiye kadar geleni aynıyla uygulayamayız.” Zaman zaman bir araya geliyorlar, tartışıyorlar, dergi çıkarıyorlar. Ben İslamcıları yani siyasette İslam’ı merkeze koyanları ikiye ayırıyorum. Bunların bir kısmı oportünisttir ve İslam’ı kullanarak daha kısa yoldan amacına ulaşabileceğini hesap etmiştir. Ama bir kısmı samimidir. Onlar bu projenin İslam’a uygun olduğu ve İslam’a göre de o gün öyle olması gerektiği kanaatindedir.
Bugüne gelirsek.
Buradan bizim zamanımıza atladığımızda ben İslamcılığı bugün için daha farklı değerlendiriyorum. Bir kere İslamcılığı, ne 1908 öncesindeki adına İslamcı diyebileceğimiz insanların ne de 1908 sonrası meşhur İslamcıların düşünce ve projelerine inhisar ettiriyorum. Ben İslamcılığa farklı bir mana veriyorum ve diyorum ki; bütün Müslümanlar İslamcıdır ve İslamcılıktan maksat İslam’ı yaşamak ve yaşatmaktır. İslam’ı yaşamak ve yaşatmak gayesine ve bu gayeye yönelik olan hareketlerin tümüne İslamcılık denir.
Sözü bir başka noktaya taşımak istiyorum. Siz 2001 senesinde üniversiteden ayrıldınız ve ayrılma gerekçesi olarak da üniversitedeki baskı ortamını gösterdiniz. Başörtüsü sorunu, pozitivizmin egemenliği, YÖK’ün konumu gibi güncel sorunlar eşliğinde Türkiye’deki üniversiteyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kaba kaçmazsa şöyle bir teşbihle anlatmak istiyorum derdimi. Üniversitelerde ne hocalar ne de öğrenciler koyun sürüsüdürler. Kimileri, mesela devleti yönetenler şu veya bu sebeple toplum mühendisliğine soyunabilirler. Ve karşılarındaki toplumu onun mazisiyle, değerleriyle, tasavvur ve tahayyülleriyle kabili mümkün olmayan bir yöne sevk etmek isteyebilirler. Bunun karşısında bu memleketin hür düşünceli üniversite mensupları -ki hür düşünceli olmazsan, üniversite mensubu olmazsın- koyun sürüsü olmadıkları için direnmelidirler. “Âli devlet böyle istiyor; öyleyse bize boyun eğmek, onun işini kolaylaştırmak düşer” dememelidirler. Fakat toplum mühendislerinin beklentisi budur. Toplum mühendislerine göre bu memlekette başörtüsü meselesi diye bir mesele yoktur. Aynen böyle söylüyorlar. Peki, maksatları ne? Ne diyorlar, “Başörtüsü şu veya bu sebeple ‘muhalefet’ tarafından ortaya atıldı”. Yani burada bir resmî ideoloji var ve bir de bunun muhalifi var. “Muhalifler tarafından bu başörtüsü icat edildi” diyorlar. Sonra “Biz askeri devreye soktuk ve bunları çıktıkları deliğe tıktık, yasakladık bitti” diyorlar. Dolayısıyla bu memlekette başörtüsü meselesi diye bir şey yoktur onlara göre. Eğer bu memleketin münevverleri, mütefekkirleri, yazar-çizerleri üniversite mensupları koyun olursa bu doğrudur; keçi olursa doğru değildir. Teşbihte hata olmazmış. Eğer üniversite mensupları insan-ı kâmil olurlarsa bu toplum mühendislerinin uydurduklarının doğru olmadığı ortaya konur. Bir ferdin bile bir ülkede meşru bir problemi, derdi, davası, ihtiyacı varsa ve buna çözüm bulamıyorsa, o memlekette o dert gerçekten var demektir. Ve asıl münevver muhalefet, o dertle meşgul olmalıdır. Ben böyle bir üniversite, böyle bir münevver, böyle bir zümre, böyle bir medya, böyle bir sivil toplum örgütleri camiası tahayyül ediyorum.
Üniversitelerin kurumsal yapılanması ve Türkiye’deki merkeziyetçi politikaların inşa süreçleri bakımından meseleyi ele alırsanız nasıl bir tasvir yaparsınız?
Önce bir paradoksa işaret edeyim. Şimdi bu laikçiler aynı zamanda kendilerinin özgürlükçü ve demokrat olduğunu bunun karşısında İslamcıların, muhafazakârların ise gerçek anlamda demokrat ve özgürlükçü olmadığını, takiyyeci olduklarını iddia ediyorlar. Bu ülkede hem merkezî iktidar hem de üniversitelerin merkezî iktidarı bu iddianın sahiplerinin elinde idi. Onları denedi bu ülke. YÖK Başkanı, YÖK üyeleri, yardımcıları hep onlardan oldu. Kemal Gürüz ya da Erdoğan Teziç dönemlerini hatırlarsınız. Son altı yıldır ise merkezî yönetim el değiştirdi. Bu sürede onların “İslamcı” dedikleri, “Erbakan’ın talebeleri” dedikleri gençlerin önderliği ile yönetiliyor Türkiye. YÖK’te de şimdi yeni bir yönetim zihniyeti var. Ben herkesin eski ve yeni YÖK başkanlarını karşılaştırmasını ve hangisinin daha demokrat olduğunu sorgulamalarını isterim.
YÖK’te başkan değişti, doğru. Fakat YÖK’ün merkeziyetçi yapısı değişecek mi?
YÖK üniversitelerin, üniversiteler devletin padişahı olamaz. Böyle bir YÖK’le üniversite olamaz. Sizin bana sorduğunuz sorunun net cevabı budur. Ama Türkiye’de birçok üniversite “federe” devletler gibidir, bunların her biri adeta bir devlettir. O “federasyon”un üyeleri olan dekanların, öğretim üyelerinin seçtiği, zamanı gelince indirebilecekleri, yenilerini seçebilecekleri, kararları birlikte oluşturdukları yöneticiler vardır. Bir de bir ülkenin üniversiteleri olduklarına göre bunların da bir standardı, aralarında bir ilişki, bir diyalog, ortaklaşa yapabilecekleri birtakım projelerin oluşturulması ve takibi için bir üst kurum ve kuruluşa ihtiyaç vardır. Bu da YÖK olabilir. Yoksa padişahlıkla olmaz, olmayacağı anlaşıldı.
HAKKINDA YAZILANLAR
Bir varmış, bir yokmuş
Dücane Cündioğlu, Yeni Şafak, 12 Nisan 2008, Cumartesi.
Yaklaşık beş yıl önce, bu köşede, A.Ü.İlahiyat Fakültesi eski Dekanlarından Prof. Hüseyin Atay'la yapılmış bir söyleşi vesilesiyle, İlâhiyat camiasının, tarihe (bilhassa kendi tarihlerine) kayıtsızlıklarına işaret edip hatıraların/hatıratların önemine dair bazı değerlendirmelerde bulunmuş ve şöyle demiştim:
“İlâhiyatçıların, tarihi önemsediklerini göstermesi bakımından atacakları ilk adım, önce bu ülkede İlâhiyatın, İlâhiyatların ve pek tabii ki İlâhiyatçıların tarihini yazmak olmalı. Diyanet İşleri Başkanlarının hâlâ elimizde doğru dürüst biyografileri yok!
‘Bize ne?’ diyenlere soralım:
Vefat etmiş ilâhiyatçıların var mı?
Yaşayan yaşlı ilâhiyat hocaları için geç kalındığını düşünmüyor musunuz?
İlâhiyat hocalarında hatırat ya da günlük yazmak âdetine pek rastlanmadığına göre, meselâ Süleyman Ateş'in, ya da Hayreddin Karaman'ın yazıp çizdikleri, niçin kendilerinin mufassal biyografilerinden mahrum bir surette okunsun?” (Yeni Şafak, 12 Ocak 2003)
Şu hoş ve ilginç tesadüfe bakınız ki hem Süleyman Ateş Hoca'nın, hem de Hayreddin Karaman Hoca'nın hatıratları şimdi elimizde.
Ateş Hoca'nın hatıraları geçen sene iki cilt halinde yayımlanmış ve ben de iki yazıyla bu değerli hatıratı tanıtmaya gayret etmiştim. (Düş kayıtlarına hususî ilgim sebebiyle, bu yazılarda, Hoca'nın –gazete okuyucularının da ilgi ve dikkatini çekeceğine inandığım– birkaç düş kaydını aktarmış, böylelikle hakikat ve hurafe arasındaki 've' ayracının nasıl da bir çırpıda 'veya' bağlacına dönüşebileceğini göstermeye çalışmıştım. Ateş Hocamız bu “remarque”ı yanlış anladılar diyemem. Anlamadılar.)
Her neyse. Şimdi de Hayreddin Karaman Hoca'nın hatıratı elimizde. Hem de üç cilt olarak (Bir Varmış Bir Yokmuş, İz Yayıncılık).
Her iki teşebbüs de muhtevalarının yanı sıra taşıdıkları sembolik anlam itibariyle de önemliler. Çünkü bu iki eserin başka hatıratların yayımını tetikleyeceğinden kimse kuşku duymasın. İlâhiyat tarihi, yeni hatıratlar aracılığıyla zenginleşecek gibi görünüyor.
Acaba bu bir tahmin mi, temenni mi?
İkisi de.
* * *
Ateş Hoca'nın hatıratı bir murakabe, bir muhasebe niteliğindeydi. Geçmişini sadece açıklayan değil, sanki biraz da bu vesileyle geçmişini hatırlayan bir kalemin mahsulü gibiydi. Hocanın, şahsî hayatının çizgilerini genişçe ve açıklıkla tasvir etmesi ne kadar büyük bir kazançsa, bir zamanlar taraf olduğu ilmî tartışmaları yazarken eski yazdıklarını yenilemesi de, yinelemesi de o denli gereksizdi aslında. Çünkü araya sıkıştırılmış sayfalarca ek-metni okumak bıktırıcıdır, usandırıcıdır. Genç okur için de, yaşlı okur için de.
Hayreddin Karaman Hocamızın hatıratı da böylesi şikayetlere konu olacak gibi. Ne yapalım, her zafer biraz hasar ister.
* * *
Hatırat yazmak demek, gerçekte bir hesaplaşmaya girişmek demektir. Burası açık. Kişi kendisiyle/geçmişiyle hesaplaşırken, tabiatıyla başkalarının (meselâ hasımlarının) hesabını da görmek ister. Hem de keyifle. Tekrar yaşar o günleri. Bazen acı çekerek, bazen öğünerek. Okur için eskimiş olan, yazar için eskimez. Hesaplaşma anına geri dönen her yazar, ister istemez, okurunu işin içine katmaya çalışır, onu bazı ağır yüklerin altına sokmaktan çekinmez. Ağır yüklerin altına, yani gerçekte okurun tam anlamıyla aralarına dahil olamayacağı yüzlerce sayfanın tam da içine...
Askerî veya siyasî şahısların hatıratları da böyledir. Tartışmaların aktüel değeri varsa, olacaksa, onlar da bilgi ve belge aktarmaktan yorulmaz. Okur okumaktan yorulur ama yazar yazmaktan yorulmaz. Şimdi hesap vaktidir çünkü.
Oysa hatırat okurunun belge-bilgi ihtiyacı çok azdır. Uzman okur, zaten bu belgelere sahiptir veya isterse ulaşabilir. Uzman olmayan okur içinse tek kelimeyle külfettir. Böylesi cömertlikler metnin takibini güçleştirir. Onca belge-bilgi sohbet tadından çok, seminer tadı bırakır okurun ağzında.
Okurun istediği, yorumdur. Hatırat sahibinin yorumları. Biraz bilgi, mümkünse nadir belge. O da az sayıda. Fakat ziyadesiyle tasvir ve bâhusus yorum da yorum... İfşâ mı, kimsenin buna itirazı olmaz. Ama tebliğe hayır! Evet, öncelikle talim ve taallüm değil, ihsas ve tahassüs. Kısacası, araştırma kitaplarıyla, biyografilerle, ilmî metinler aracılığıyla elde edilemeyecek olan ne varsa...
* * *
Hayreddin Karaman Hoca'nın hayatı, sadece bir ilim adamının değil, bir dâvâ adamının da hayatı. Dâvâsı, paranteze alınacak olsa, bütün açıklamaları kelimenin tam anlamıyla 'yer'siz olmuş olur. Buharlaşır. Çünkü Hoca'nın dâvâsı, bir tek ilim dâvâsı değildir ki! İnanç dâvâsıdır. Bir inancın dâvâsıdır. Mazlum bir milletin dâvâsıdır.
Devam edeceğiz.
Bir âlimin hayatı
Dücane Cündioğlu, Yeni Şafak, 13 Nisan 2008, Pazar.
Hayreddin Karaman Hoca sadece bir ilim adamı değil, bir dâvâ adamıdır da aynı zamanda. Kendisi, birçok ilâhiyatçının aksine, itikat ve ilminin, sosyal ve siyasî sonuçlarını da takip eden bir âlimdir.
Bu takibin adı, hizmettir. Kendi tabiriyle: Nesil hizmeti. Sivil hizmet.
Sırasıyla İmam-Hatipleri, Yüksek İslâm Enstitüleri, İlâhiyat Fakülteleri neslinin yetişmesi uğrunda bir ömür harcamak... İşte dâvâ. Bir sivil hizmet hareketi. Hizmet dâvâsı.
Hoca'yı bir "dâvâ adamı", bir "mücadele adamı" kılan en önemli yönü de budur. Genç yaşlarından itibaren itikadının ve ilminin tesirlerini sosyal ve siyasî hayata taşımaya çalışmış, artık çok nadiren rastlayageldiğimiz âlimlerin o izzet ve şerefini korumaya işbu mesuliyet duygusuyla itina göstermiştir.
Hatıraları, Hoca'nın işbu dâvâ uğrundaki faaliyetlerinin bütün safahatıyla açığa çıkması bakımından fevkalâde önemliydi. İleride, ekip arkadaşlarının hatıralarının da yayımlanmasıyla geniş bir kaynakça oluşabilir; bilhassa Tayyar Altıkulaç'ın, Bekir Topaloğlu'nun, Saim Yeprem'in, hatta Süleyman Uludağ'ın yazacakları, Hayreddin Karaman Hoca'nın sevdiği tabirle, bu "sivil hizmet hareketi"nin tanınmasına katkı sağlayabilir. (Korkarım, sonuncu ismin dışında kalanların katkı payları şifahî ölçüleri pek aşmayacak.)
* * *
Hayreddin Karaman Hoca'nın hatıralarında şahsî hayatıyla ilgili kısımlar oldukça sınırlı kalmış, hatıratın önemli bir kısmı, bu sivil hizmet hareketi içerisinde Hoca'nın ve arkadaşlarının faaliyetlerine ayrılmış. Bu nedenle hatıralarından hareketle bir âlimin iç dünyasına dahil olmayı umanlar, küçük kırıntılar dışında, ne yazık ki bu yolculuktan elleri boş olarak döneceklerdir.
İlim ehli, hareket ehli, —sanatçıların tam da aksine— başkalarını iç dünyalarına yaklaştırmazlar, onları uzakta tutarlar. Esas olan dâvâdır çünkü, dâvâya hizmettir. Dâvânın, hizmetin ise sonu gelmez. Nesiller boyu sürer. Hâl böyle olunca, dâvâ arkadaşlarından, yani hısımlardan, ve tabiatıyla hasımlardan, kısacası mücadelenin ahvalinden gayrı anlatacak çok az şey kalır geriye.
Hayreddin Hoca, fikir hayatı boyunca İslâmî ekoller arasında geçen ilmî tartışmaların; 70'li, 80'li yıllara mührünü basan belli başlı dinî münakaşaların çoğunda taraf oldu. O sakin, ilmî üslûbunu hep muhafaza etti. Mehmed Akif'in üstadlarından Cemaleddin Afganî ile Muhammed Abduh, Hayreddin Hoca'nın da hususen tervic ettiği isimler arasında yer aldılar. Kendisi — tıpkı Akif gibi— Afganî'den çok Abduh'un yöntemini savundu. (Hayreddin Hoca, zorunlu olarak bu iki ismin yanına Reşid Rıza'yı da eklemişti.)
Bugün eskisi kadar değilse de, Türkiye'de bu isimlere sahiplenmenin büyük bir maliyeti vardı. Nitekim Hayreddin Hoca da bu yüzden birçok saldırıya göğüs germek, birçok suçlamaya cevap vermek zorunda kaldı. Hatırat sayfalarının büyük ölçüde bahsi geçen mücadelenin müdafaasına ayrılmasını işte bu yüzden tabii karşılamak gerekiyor.
* * *
Hatıratlara olan özel ilgim bilinir. Nitekim Arasokakların Tarihi hatıratlar üzerine yazdıklarımdan oluşur. Tarih kitaplarında (anacaddelerde) bulabileceklerimi hatırat kitaplarından (arasokaklardan) toplamayı pek verimli bulmadığımdan, küçük ayrıntıları tek tek bir araya getirmeye, zaten kitaplarından tanıdığım düşünür ve sanatçıların veya ilim, siyaset ve devlet adamlarının iç dünyalarına notları, günlükleri, mektupları, hatıraları aracılığıyla yaklaşmaya çalışırım. Onları görünen/güçlü taraflarıyla değil, görünmeyen/zayıf taraflarıyla da tanımak, sevmek isterim. En insanî taraflarıyla.
Ahmed Cevdet Paşa'nın, hanımına yazdığı mektuplar meselâ. Koca Cevdet Paşa, bir kadıncağızın malum kaprisleri karşısında ne üzülesi bir mahcubiyet çeker ah bir bilseniz. Padişah'a, Sadrazam'a, filan Paşa'ya akıl veren o büyük zekâ gitmiş, yerine hanımına fazla para harcamaması için yalvaran bir koca gelmiş. Kısacası, Koca Cevdet Paşa'nın "Paşa"sı devlet işlerine, "Koca"sı ise Adviye Hanım'ın naz ve insafına terk olunmuştur. Maruzat ve Tezakir'de o bir Osmanlı Paşası'dır; mektuplarındaysa tam bir Osmanlı Kocası.
* * *
Dikkatli gözler için, Hayreddin Karaman Hoca'nın hatıratında da mahrem sayılabilecek malzemeler var. Hangisini aktarmalıyız acaba? Elbette, evli her ilim talibinin, her kitap severin yaşadığı o malum ve müşterek sıkıntılarla ilgili küçük bir kayıt.
Hayreddin Hoca'nın muhterem eşi, zaruri ihtiyaçları karşılamak varken Hoca'nın gidip kitap almasını istemez, aldığı zaman da bozulurmuş. Bunun üzerine Hayreddin Hoca da eşini üzmeyecek bir usul bulmuş. Gelin şimdi bu usulü kendisinden dinleyelim:
— "Yeni aldığım kitapların paketini bisikletimin sepetliğine kor, bisikleti kapının önüne dayar, içeri girerdim. Eğer hanım odada ise selam verir, oturur, işime bakar gibi yapardım, bir yandan da dışarıda kitaplarıma bir şey olur diye endişe ederdim. Durum müsait ise —meselâ eşim küçük avluda çocuk bezi yıkıyorsa— hemen paketi alır, kütüphanenin kapalı (perdeli) bir yerine saklardım. Ev daha müsait olduğunda rafa yerleştirirdim. Aradan kısa veya uzun bir zaman geçince hanım kitabı fark ederdi. "Bunu ne zaman aldın da buraya koydun?" sorusu gelir, çeşitli manevralarla onu yatıştırırdım." (Bir Varmış Bir Yokmuş, III/190)
Biz en iyisi dâvanın bu cihetini konuşmayalım. Zira lâtifenin sonu gelmez.
|
Sitede Yer Alan Yazısı |
Sitede Yer Alan Kitabı |
Sitede Yer Alan Şiirleri |
|
Sitede Yer Alan Yazısı |
Sitede Yer Alan Kitabı |
Sitede Yer Alan Şiirleri |