Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Multimedya Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Nüktedanlık Zor iştir

Zor İştir Nüktedanlık

İslam YAŞAR

Nükte, iyi düşünülmüş ince mânâlı, zarif söz demektir.

Dolaylı yollarla anlatılan ve ancak dikkat edildiği takdirde anlaşılan söz veya hareketlerle bir hakikati anlatmaya çalışma gibi mânâları da ifade eder.

Fakat asıl özelliği, söylendiği zaman insan zihninde sözü, sesi, hareketi birlikte tedai ettirmesi ve asırlar boyu halkın kendi kendini eğlendirip eğitmekte kullandığı müessir bir vasıta olmasıdır.

Halk arasında ‘yarenlik’ tabir edilen ve şaka hissiyle yapılan fıkra, muziplik, komiklik, tuhaflık gibi söz, hal ve hareketlerin kaynağıdır. Ortaoyunu, meddah gibi seyirlik oyunlara da zemin hazırladığı söylenebilir.

İnsan fıtratının iktizası olmasının da tesiriyle, hayatın her safhasında oynanıp seyredilmesine ihtiyaç hissedilir. Herhangi bir hassasiyet taşınmadan amatörce yapıldığı zaman, hisleri okşayıp hevesleri harekete geçirse de fıtratın ihtiyacına cevap vermediği için pek çekilmez.

Lâkin, sanat hassasiyetiyle yapıldığı zaman icrasına da temâşâsına da doyum olmaz.

Onun için, nükte bir sanattır.

Nüktedan da sanatkâr...

***

Çocukluk yıllarında başlayan fıtrî bir temayüldür nüktedanlık.

Çocuğa yetişkin bir insan nazarıyla bakan, dahilî sohbetlere katılmasına müsaade eden ve fikirlerine değer veren bir aile içinde yetişen çocuk, sohbet âdâbını bizzat yaşayarak öğrenir.

Belli bir yaşa geldikten sonra söz alıp fikirlerini söylemeye başlar. Ailenin sıcak havasının da tesiriyle zaman zaman söz ve hareketlerle latife yapıp büyükleri tarafından da ilgi gördükçe nükte temayülü güçlenir ve şahsiyetine, karakterine aksetmeye başlar.

Belli bir fikir olgunluğuna eriştikten sonra yakın çevrenin, mahallin, esnafın ve eşrafın sohbetlerinde de kendini gösteren bu karakter, muhataplardan takdir görürse sanat hassasiyeti tezahür eder.

Bir kişi, buna benzer halleri ancak uzun yıllar yaşadıktan sonra çevresindeki insanlar tarafından nüktedan sıfatı ile anılabilir. Fakat bunu başlangıçta kendisi pek bilmez, hissetse de izhar etmez.

Herhangi bir mecliste muhabbet akışının aksadığı ve sohbetin ağırlaştığı hallerde, bulunduğu yerden mekâna hakim olan havaya münasip sözler ve zarif hareketlerle meclisi hareketlendirdiği zaman sanatını fiilen icra etmeye başlar.

Bilhassa üzerinde konuşulan konu içtimâî bir mesele ise ve derin düşünceleri, ince muhakemeleri, hararetli müzakereleri müteakip zihinler yorulmuş, sinirler gerilmişse yapılan nükte çok daha müessir olur.

Nükteden maksat insanları güldürmek, yani meclise neşe ve sürur vermektir.

İdraki belli bir fikrin ağırlığı altında kalmış veya hisleri hadiselerin hasarına uğramış insanları neşelendirmenin ilk şartı nükteli sözü hayatın içinden seçmek ve mecliste bulunanların kendilerine yakın hissedebilecekleri zarif hareketler yaparak sözün mânâsını yaşamaktır.

Ortada zahiren herhangi bir sebep yokken insanların dikkatini çekmek zor olduğundan, nüktelerde genellikle beşerî kusurlar, mahallî ağızlar, etnik farklılıklar, komik gelenekler ve benzeri zaaflar malzeme olarak kullanılır.

Onun için bir nüktedanın her şeyden önce hüner sahibi olması, yani kendi zaaflarını, hatalarını, kusurlarını, hareketlerini veya mensup olduğu grubun dilini, ikamet ettiği mahallin geleneklerini nüktelerine malzeme yapması gerekir.

Ancak ondan sonra meclisteki diğer insanların veya herkesçe bilinen tiplerin hal ve hareketlerini biraz değiştirip abartarak da aktarsa nükte sakil kaçmaz, muhatapları kızmaz, incinip gücenmez.

Bunu yaparken insanların isimlerini nazara vermemesi, dinleyenleri rencide edecek, iğrendirecek, bıktırıp usandıracak veya batılı tasvir mânâsı taşıyarak zihinleri bulandıracak söz ve hareketlerden uzak durması icabeder.

Nüktede âhenkli sözler, müteradif kelimeler seçme, denizi damlaya sığdırmak misâli az sözle çok mânâ ifade etme ve boş gibi görünen lâfların arasına ince sırlar gizleyerek mizah yapma hüneri esastır.

Fakat mizah nezih, mizanlı ve iz’anlı olmalıdır.

***

Bunlar, aslında nüktenin özellikleridir.

Mizah, bu özellikleri taşıdığı ölçüde nükteye yaklaşır ve tesiri artar. Mizah adı altında yapılan hareketler, söylenen sözler, çizilen çizgiler ve diğer mizahî faaliyetler mezkûr şartlara uyma kaygısı güdülmeden yapılırsa sığlaşır, basitleşir.

Her sığ söz ve seviyesiz hareket gibi nükte hududundan uzaklaşan ve insanlara bediî zevk vermekten ziyade hislerini, heveslerini tahrik eden mizah da kalabalıklar üzerinde zahiri bir tesir icra eder.

Ama bu ilgi, derinliği olmayan, kalıcı iz bırakmayan ve mizahın yapıldığı mekândan çıkıldığı anda kaybolan geçici bir heves hareketlenişidir. Muhatabına esef etmekten öteye geçmez.

Nüktedan ise sanatını icra ettiği sırada, insanları güldürürken düşündürmek ve halkı eğlendirirken eğitmekle mükelleftir. İşini bitirip halkın arasına karıştığı zaman da insanlara örnek olacak haller taşıyıp hareketler yapması gerektiğinin şuurundadır.

Onun için nüktedan, mizahçı geçinenlerin ağızlarından düşürmedikleri argo kelimeleri, müstehcen ifadeleri asla telâffuz etmediği gibi onların yapmayı maharet saydıkları sefih hareketleri değil yapmak, hatırlatmayı bile ar edinir.

Hitap ettiği insanların hassasiyetleri kadar içinde yaşadığı cemiyetin değerlerine riayet etmeyi de sanatçının vicdanî vecibesi saydığından, sanatını o değerleri göz önünde bulundurarak yapar.

Az ve öz söz söylemeyi, sözün mânâsına mutabık hareket etmeyi, ses tonunu herkesin rahatça duyabileceği şekilde ayarlamayı, kelimeleri halkın kullandığı gibi telâffuz etmeyi ve mesajlarını her seviyeden insanın anlayabileceği tarzda aktarmayı ihmal etmez.

Bütün bunları öylesine fıtrî bir ahvâl içinde sergiler ki, kendisini dinleyenlere o anda içinde bulundukları mekânı, zamanı unutturur ve onları yerine göre tebessüm ettirir, gerektiğinde de kahkahalarla güldürür.

Yani, insan simasına yüz hatlarıyla sürurun resmini çizer.

Yaptığı her nüktede yüzlerde şekillenen manzaraların nefes alıp verdikçe değiştiğini ve bir öncekinden daha canlı, renkli, neşeli, güzel hallere girdiğini görmezse kendisini başarısız addederek sahneden çekilir.

Velhâsıl, zor iştir nüktedanlık.

***

Zordur, ama semerelidir.

Çünkü âdâbına riayet edilerek yapılan bir nükte sadece o mekâna ve oradaki insanlara münhasır kalmaz. Dinleyenler gittikleri her yerde seyrettikleri nüktelerden ve nüktedandan bahsetmekten kendilerini alamazlar.

Hatta bazıları sadece onunla iktifa etmezler ve nüktedanı taklit ederek nükteleri canlandırmaya çalışırlar. Bu hal, nükteden haz alanların katıldıkları her mecliste günlerce tekrarlanır durur.

Böylece nüktedanın namı önce mahalle, ardından şehre, bilâhare de bütün memlekete yayılır ve aranan bir sanatkâr haline gelir. Dâvet edilen yerlerde de sanatını başarıyla sergilediği takdirde itibar görür, izzete, ikrama, iltifata mazhar olur.

Nükte bazı zamanların yegâne eğlence vasıtası olduğundan; insanlar, yapılan hareketlerde kendi hallerini buldukları, söylenen sözlerde meramlarının dile geldiğini gördükleri nükteleri nesilden nesile aktarırlar.

Nüktelerinde mahallî özelliklerin yanı sıra, insanlığın ortak dertlerini, zevklerini ve zaaflarını da malzeme olarak kullanan nüktedanların namları yalnız ülkenin değil, zamanın da hududunu aşar.

Hayatta oldukları müddetçe bu intişar artarak devam eder. Hayata veda ettikten sonra bazılarının isimleri unutulsa bile eserleri unutulmaz ve kulaktan kulağa anlatılarak anonimleşir.

Nükte yapmaktaki maharetinin yanı sıra, halk nezdinde muteber sıfatlar da taşıyan nüktedanlar, bu sayede eserleri ile birlikte isimlerini de yaşatarak meşhur olurlar. Çalışmalarının semereleri haseneler haline gelerek ebedîleşir.

Fakat her şöhret gibi nüktedanlığın da bir bedeli vardır. Bilhassa muteber sıfatlar taşıyan müessir nüktedanlar, asırlar sonra bile kendilerine mal edilerek anlatılan alelâde fıkraları da yüklenerek şöhretin bedelini öderler.

Böyle nüktedanlar, dünyanın farklı yerlerinde yüzyıllarca yaşamış ve bütün ömrünü nüktedanlık yaparak geçirmiş gibi fevkal-beşer bir hüviyete bürünürler ve her zaman nükteli hürmet ifadeleriyle yad edilirler.

Tıpkı Nasreddin Hoca gibi.

***

Nükteleriyle meşhur bir zâttır Nasreddin Hoca.

Hayattayken öyle bir maksat taşımasa da her biri, farklı bir hakikatin ifadesi olan nükteleri asırlarca dilden dile geçerek yaşatılmış, kendisi de meşhur olmuştur. Fakat zamanla hem kendi nükteleri değiştirilmiş, hem de başkalarına ait olan pek çok fıkra ona izafeten anlatılmıştır.

Hal böyle olunca, hocalık sıfatı nüktedanlık şöhretinin gölgesinde kalmıştır.

Halkın muhayyilesinin mahsulü olan ve değişen zaman içinde çeşitli vesilelerle yenileri uydurularak ona atfedilen alelâde nükteler, muhtemelen merhumun ruhunu mânen muazzep etmektedir.

Nitekim Muhakemât’ında şanın, şöhretin zararlarını anlatırken, ‘Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder’ diyerek Hoca Nasreddin’i örnek gösteren Bediüzzaman, muhayyel muhataplarını Hoca ile hayalen konuşturduğu zaman da bu müştekî tavır tezahür etmiştir:

“Eğer istersen meşhur Molla Nasreddin Efendiye ‘Bu garip sözler umumen senin midir?’ de.

“Elbette sana, ‘Şu sözler ciltler dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım. Onların zekâtını da bana verseler, razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zerafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder’ diyecektir.”

Nasreddin Hocanın nüktedanlığından ziyade hocalığını nazara veren Bediüzzaman’ın, ona yakıştırılan fıkraların onun nüktelerindeki zerafetin tabiîliğine gölge düşürdüğünü ifade etmesi mânidardır.

Hocalık çok muteber bir sıfat olduğu ve hocaların verdikleri vaazların, söyledikleri sözlerin dikkatle dinlenmesi gerektiği halde, hâlâ anlattıkları hakikatlerden ziyade yaptıkları nüktelere itibar edilmesi de o beşerî zaafın artarak devam ettiğini göstermektedir.

Onun için Hoca’ya atfen söylenen ve onun hassasiyetini nazara veren bu ifadelerin ifa ettiği bir diğer önemli vazife de, bir nüktede aranan temel özelliklerin, nüktedanlar kadar zamane hocalarına da hatırlatılmış olmasıdır.

Zîra, her hocada biraz ‘Nasreddin’lik, yani nüktedanlık vardır.

***

Nükte fıtrî bir ihtiyaçtır.

Nüktedanın kendi eseri olduğu ve yerinde, zamanında icra edildiği takdirde, yapılan her nükte makbuldür, muteberdir.

Fakat bunun için nüktedanın, muhatapları ile aynı mekânda olması, onların içinde bulundukları ruh hallerini müşahede etmesi, onlarla yüz yüze, hatta göz göze gelmesi ve nüktelerini ancak ondan sonra yapması gerekir.

Çünkü nüktelerin güldürürken düşündürme, eğlendirirken eğitme hususiyeti ancak o zaman tahakkuk eder. O ahvâlin yaşanabileceği yegâne yer de evlerdeki aile sohbetleri, bazı yerlerde kurulan muhabbet meclisleri veya küçük tiyatro salonlarıdır.

Aile sohbetleri televizyona feda edildiği, sohbet toplantılarına plastik eşyalar ve mekanik cihazlar girdiği, tiyatro salonları da boşboğazların boğuştuğu boşluklar haline geldiği için, nüktelerin icra edileceği muhabbet meclisleri kalmadı.

Onlarla birlikte nüktedanların da nesli tükendi.

Nüktedanların yerine, insanları eğlendirmek adına fıtrata mugayir hal ve hareketler yapıp küfrü işmam eden acayip sözler söyleyen ağzı bozuk ‘nefsi zehirli, başı sarhoş’ şaklabanlar, hokkabazlar, madrabazlar türedi.

Onun için eskiden nüktedanlara yakın olmak makbuldü.

Şimdi ise şaklabanlardan uzak durmak evlâdır.