Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Ses Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Kur'anda peygamberimiz

Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Muhammed’in Nübüvvetini Müdafaası

Doç. Dr. Muhammed ÇELİK

D. Ü. İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

 İnsanlar bir arada yaşamak durumunda olduklarından, herkesin kabul edebileceği prensiplerin uygulamaya konması için bir Resûl'ün gönderilmesi lazımdır[1]1. Karıncayı emirsiz, arıları arıbeysiz bırakmayan Ezeli Kudret elbette insanı nebîsiz bırakmaz. Allah tarafından gönderilen peygamberler “aşılayıcı rüzgar” (Hicr: 15/22) gibi ilâhi feyzi taşıyıp, kabiliyeti olanlara neşrederek aşılarlar ve indirilen Kitâb da gökten inen su gibi hayatın mayasıdır[2]. Nübüvvet, insanlık için zaruridir. Beşeriyetin Nübüvvete olan ihtiyacı, son bulmayacak; kıyamete kadar devam edecektir[3].

Nübüvvetin ilk şartı insanlık (meleklik değil), ayırt edici özelliği ise vahiy ile hususi ilâhi talimdir. İnsanlar içinde nübüvvet vazifesini deruhte edebilecek zatların en yüksek, en güzide ricalden olması Cenab-ı Hakk’ın hikmeti icabıdır. Nitekim, Allah’ın verdiği istidat ile dağlarda ve maden ocaklarında bazı taş parçaları yakut ve zümrüde tahavvül ediyor. Yakut ve zümrüt ile aynı yerde bulunan diğer taşlar, bu göz alıcı parlaklıktan, akıllara durgunluk veren güzellikten mahrum iken, onlar, kendi nevilerinden olan taşlar arasında parlamaktadırlar. Nebi ve Resullerin öteki insanlar arasındaki durumu da buna benzer.

Nübüvvet medeniyetin en büyük kaynağı olduğundan bedevilik Nübüvvetin hikmet ve gayesine uygun değildir. Din yalnız ibtidai insanların değil, yüksek medeniyetlerin düzenleyicisi olduğundan bedevilik, bir peygamberde bulunması hikmet gereği olan zerafet, cazibe ve üstün vasıfların bir arada bulunmasına elverişli değildir.

Allah Teâlâ, varlığını, yaratıkların en olgunu olan insana duyuracaktır ve insanı varlığından haberdar etmesi de elbette beşeriyet içinde en temiz, eksiklerden en uzak şahsa nasip olacaktır. İşte beşer içindeki bu arınmış zâta Nebî, Resûl; o tebliğe de vahiy denir. Arı da vahye mazhar olmuştur:“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz ev edin”(Nahl: 16/68). “Denebilir ki arının sanatı bir Nübüvvet vahyi olmamakla beraber zaruri bir hüküm ifade etmesi açısından ona benzerdir. Ve vahy denilen ruhi durumun kuvvet ve isabetini tasavvur ve tefekkür edebilmek açısından ilhamdan daha kuvvetli bir misaldir. Yani Hak Teâlâ tarafından arıya bal yapmak ruh ve sanatı şaşmaz bir vücup ve isabetle verildiği gibi Peygambere gelen vahiy de zaruri bir ilmi ledünnidir”[4].

Nübüvvetin ispatına, ancak Allah'a, O'nun alemin işlerini tedbirine inanan kimse muhatap olur. İnsanların büyük çoğunluğu kudret sahibi bir Yaratıcı'ya inanır. Allah'a inanan insanların büyük çoğunluğu, Resûllere de inanırlar. Allah, Resûllere çalışmakla elde edilemeyen bir nevi ilim ve hidayet verdi ve onları kendi katından âyetlerle destekledi. Hidayete istidâdı olan insanlar onlara inandı. Sözüne itibar edilen herkes, beşer nevinden bazı zâtların, vahye dayanarak, insanları mutlu eden güzel fiilleri ve ilim nevinden bazı husûsları halka tebliğ ettiklerini, çirkin fiillerden onları sakındırdıklarını[5] kabul etmektedirler. Demek ki, Allah Teâlâ, bir rahmet ve lütuf eseri olarak kullarından dilediğine bu vazifeyi vermiştir. Mu'tezilenin iddialarının aksine, bu O'na gerekli değildir[6]. Resûl gönderilmeyen toplumlar mükellef değildir[7].

İnsanlık tarihi boyunca birçok Resûl gelip geçmiştir. Resûller Allah'a, Âhiret gününe imâna ve salih amel işlemeye dâvet konusunda müttefiktirler[8]. Mekke'de nâzil olan sûreler, bütün Peygamberler nezdinde müşterek olan umûmî imân hakkındadır. Bu müşterek imân bazı ümmetlerde miktar ve vasıf bakımından daha büyüktür[9].

Resûllerin gönderilişi, insanların yaptıklarından sorumlu olacaklarını gösterir. "Bunları müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak gönderdik ki elçiler geldikten sonra insanların Allah'a karşı baha neleri kalmasın. Allah mutlak Gâlib’tir, hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisâ: 4/165).Müslümanlar, Resûller arasında ayrım yapmaksızın hepsine inanırlar (Bakara: 2/285) ve bütün Resûlleri (Mümtehine: 60/4, 6) ve Hz. Muhammed'i örnek alırlar (Ahzâb: 33/21).

Resullerin işi hiç bir dönemde kolay olmamıştır. Bazı insanlar ilâhî tebliğe muhalefet edip, bu konuda çeşitli bahaneler ileri sürmüşlerdir. Kur'ân-ı Kerim, Resûllere muhalefet sebeplerini kaydedip, itiraz edenlere gerekli cevapları vererek, genel mânâda Nübüvveti, hususi olarak da Hz. Muhammed’in Nübüvvetini müdafaa etmiştir[10]. Biz bu çalışmamızda, Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Muhammed’in nübüvvet ve risaletini müdafaasını ele alacağız.

Önceki Resûllerin gönderildikleri toplumları, kendilerinden delil istedikleri gibi, Hz. Muhammed’in ilk muhatapları da O’ndan, doğruluğuna dair deliller istediler. "Dediler ki: 'Ona Rabb'inden âyetler (mûcizeler) indirilmeli değil miydi?' (..)" (Ankebût: 29/50-51). Bu itibarla, önceki Resullerde olduğu gibi, Hz. Muhammed’in (asm) risaletinin de bir çok delili zikredilmiştir. Lakin, Hz. Muhammed'in risâleti evrensel ve ebedî olduğundan, risâletinin delillerinin de her çağ ve yerdeki insanlara yönelik olması icap etmiştir. Binaenaleyh, Kur'ân'ın, Hz. Peygamber’in risâletini ispatlamak için getirdiği deliller aklî, naklî ve hissî olduğu gibi, her çağda ve her yerde geçerliliğini muhafaza edecek mahiyettedir. Bu deliller, muârızı iknâ ederken, mü'minin imânını da ziyadeleştirir.

Allah'ın varlığı ve birliği, Âhiret gibi inanç esaslarında olduğu gibi Kur'ân, Hz. Muhammed'in risâleti hakkında da insanı aklını kullanmaya, ince ve derin düşünmeye sevk ederek ona, deliller ve bürhânlarla gerçeği gösterir. Zira, bu yolla varılan kanaât ve inanç gayret ürünü olduğundan, menfi cereyanlara karşı kolay kolay yıkılmaz. Nitekim, bu şekilde Hz. Mûsâ'ya inanan sihirbazlar, Fir'avn'un, ellerini ve ayaklarını çaprazlama keseceği tehdine aldırmayıp, fütur getirmediler (A’râf: 7/123-126). Ezcümle, Hz. Muhammed’in Nübüvvetinin delilleri şunlardır:

1. Kur'ân-ı Kerîm

Kur'ân, Hz. Muhammed’in risâletine, Allah ve melekleri şahit gösterir. "Allah, sana indirdiğini kendi ilmi ile indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Allah'ın şâhitliği de bir şeyin gerçekliğini ispât için kâfidir" (Nisâ: 4/166). Bununla beraber, Allah Teâlâ, her Resûle, gönderildiği kavme ve çağa uygun gelecek bazı mûcizeler verdi. Hz. Mûsâ’nın gönderildiği toplum, tabîî ilimler, sihir ve sanatta mahir olduğundan, Asâ’sının yılana döndüğünü gördüğünde, -inatçılar hariç- onun Allah tarafından gönderildiğini anlayıp, imân etti. Hz. Mûsâ'nın Nübüvvetini en önce sihirbazlar anlayıp, "ilk inananlar" oldular. Çünkü onlar, sihir uzmanı olduklarından, gördüklerinin sihirle bir ilgisinin olmadığını kavramada gecikmediler (A’râf: 7/123-124).

Hz. İsâ'nın, Resul olarak gönderildiği toplum, tıp alanında uzman olduğundan, ona, "Allah'ın izni ile anadan doğma körleri, alaca hastalıklıları iyileştirme ve ölüleri diriltme" mûcizeleri verildi (Alu İmrân: 3/49; Mâide: 5/110).

Hz. Muhammed'in Nübüvvetinin ilk muhatabı olan Araplar ise fesâhat ve belâğatta önemli mesafe katetmişlerdi; onların en zekileri, bütün akli ve hayali kuvvelerini harekete geçirerek lisanlarını en iyi bir şekilde kullanıyorlardı. Böyle bir toplum içinde zuhûr eden Hz. Muhammed’e nazım, üslûb, fesâhat ve belâğatinin yanında ihtivâ ettiği mânâlar bakımından da eşsiz bir kitap olan Kur'ân verildi. Böylece, Hz. Muhammed'in kavmine gösterdiği büyük bir bürhânı oldu. Hz. Muhammed (asm), bütün insanlara gönderildiğinden (Sebe’: 34/28) risaletinin delillerinin de bütün insanlara yönelik olması gerekmiştir. Bu itibarla, Kur'ân, akılla birlikte his, kalb, zihin ve vicdanı da uyarmak suretiyle mesajını bütün kesimlere iletir.

Hz. Peygamber'den delil, mûcize isteyen muhataplarının dikkatleri Kur’ân’a çevrilir: "Dediler ki: 'O'na Rabb'inden mûcizeler indirilmeli değil miydi?' De ki: 'Mûcizeler Allâh'ın yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım'. Kendilerine okunan Kitâb'ı sana indirmemiz, onlara yetmedi mi? şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır" (Ankebût: 29/50-51)."Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. (...) Onları açık delîllerle ve Kitâblarla gönderdik. Sana da bu Kur'ân'ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, ta ki düşünüp öğüt alsınlar" (Nahl: 16/43-44).

Kur’ân, müşrik Arap ediplerini, gururlarına dokunarak meydana çağırmış, gitgide kolaya doğru, muhtelif safha ve şekillerde bu çağrısını yinelemiştir. şöyle ki:

a. Önce Kur’ân’ın tamamının benzerini istedi: "Doğru iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler." (Tûr: 52/41). Fakat yapamadılar.

b. Sonra on sûrenin benzerini getirmelerini istedi. "Yoksa onu uydurdu' mu? diyorlar. De ki: 'Öyleyse siz de onun benzeri uydurulmuş on sûre getirin; eğer doğru iseniz Allâh'tan başka, çağırabildiklerinizi de yardıma çağırın!" (Hûd: 11/13-14). Bundan da aciz kaldılar.

c. Bu defa, bir sûrenin benzerini istedi. "Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!" (Yûnus:10/38).

Bunu da yapamayınca,

d. Bu defa, bir sûresinin herhangi bir yönden benzeri olabilecek bir mislini yapmaya çağırdı. “Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin”.(Bakara: 2/23-24). Daha önceki Mekki döneme ait safhalarda mislehü denmek suretiyle benzeri isteniyordu. Nüzul sırası bakımından da, konu ile ilgili bu en son âyette teb’iz ifade eden min mislihi buyurulmuş, böylece tahdidi bir nazire değil, takribi bir nazire olabileceği bildirilmiştir[11].

Onların acizliğini ve bunun hiç bir sûrette mümkün olmadığını şöyle ilan etti: ”De ki: 'Kasem olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olup yardım etseler de bunu yapamazlar".(İsrâ: 17/88).

Kur’ân, lafzı ve nazmı açısından meydan okumuştur. Yoksa, ne geçmişe dair gayb haberleri, ne nüzûlünden asırlar sonra tasdik olunacak gayb bilgileri, ne muhatap Arapların bilgisinin idrak etmediği ilim, ne de nazım ve beyân ile alakası olmayan mânâlardan herhangi bir şeyle meydan okumuştur[12].

Kur'ân, Araplara muâraza yapmaları için meydan okudu; ancak yapamadılar. Eğer yapabilselerdi, kesinlikle yaparlardı; çünkü, Hz. Peygamber'e savaş açtılar. Eğer kelâmla muârazaya güçleri yetseydi, ondan son derece güç ve sıkıntılı olan kılıca başvurmazlardı. Savaşa girişmeleri, muâraza yapamadıklarının bir delîlidir[13].

2. Yüce Ahlâkı

Bir kimsenin resûl olduğunu, harikulâde durumların yanında amelî ve ahlâkî faziletler gösterir[14]. Bu itibarla, Kur'ân, Hz. Muhammed’in ahlâkına dikkat çeker[15]. "Kasem olsun ki, sen büyük bir ahlâk üzerindesin" (Kalem: 68/4). “Hayat ve ahlâk-ı Muhammediye canlı bir mûcizedir”, diyen[16] M. Hamdi Yazır, bu hususu şöyle açar: Hz. Muhammed’in bütün hayatı boyunca gösterdiği mûcizeler meyanında, hareketlerindeki istikamete, başka bir tabirle, istikamet sahasındaki şaşmaz istikametine büyük bir hisse ayırmak icab eder. Bir tek insanın değil, bütün fertleriyle bir cemaatin, yalnız bir cemaatin de değil, birçok cemaatlerin, milletlerin, kavimlerin, sadece muayyen bir zaman ve mekan içinde değil, muhtelif zaman ve mekanlarda hidayete erişmelerine ait ruhânî, cismânî, ilmî, amelî, ahlâkî, hukukî, ictimâî, siyasî, dünyevî ve uhrevî esasların yalnız bildirilmesi kâfi gelmemiştir. Bütün bu esasların talim ve tatbikini de ihtiva eden peygamberlik vazifesinde imanın en kuvvetlisini taşıyan, işlerin en zahmetlisine katlanan Hz. Muhammed, sözü ile işi, nazariyâtı ile fiiliyâtı arasında zerre kadar fark göstermemiştir[17].

İstikameti ona Allah emretmiştir: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. (..)” (Hûd: 11/112). Resûlullah’a “Beni ihtiyarlattı, kocattı”[18] dedirtecek kadar zor gelen cihet, istikamet emrinin kendisine tealluk eden kısmından ziyade ümmetine tealluk eden kısmıdır[19]. Zira, hiç kimse, O’nun ne din işlerinde, ne de dünya işlerinde gerçeğe aykırı birşey söylediğine şahit olmamıştır. Eğer O’ndan böyle bir şey sâdır olmuş olsaydı, muârızları tarafından açığa çıkartılır, ilân edilirdi[20]. Böyle bir iddiâ bir tarafa, bi’setten sonra muârızları olacak kimseler bile ona Muhammedu'l-Emîn diyorlardı.

Resulullah’ın hayatının her safhasında güven, istikrar ve devamlılık öne çıkar. Mesela, O’nun Mekke ve Medîne’deki hareket tarzı bir mimarın aktivitesini andırır. Mimar, bir binayı yaparken o binanın projesinden son marangoz keserinin vuruşuna kadar ilgilenir. Yapı içinde hiç bir bölünme olmamalıdır. Hiç kimse bir mimarın sadece bazı fikirler ileri sürerek yahut bir kaç tasarı ortaya koyarak bir binayı bitirdiğini iddia edemez. Bu itibarla, Resûlullâh’ın Medîne’deki muâmeleleri, O’nun Mekke’deki gidişatında bir yön değiştirme değil, tamamen onun mantıkî devamı olarak algılanmıştır[21]. Ayrıca, Hz. Peygamber, Mekke’de tamamıyla reddedilmiş değildi. Böyle olsaydı, Medinelilerin kendi ülkesinde itibarını yitirmiş birini dini ve siyasi bir önder olarak davet etmeleri imkansız olurdu. Hiçkimse acıdığından ötürü birini önder olarak seçmez. Öyleyse, Hz. Peygamber’in ahlâki itibarı ve devlet adamlığı yeteneğinin Medinelileri kendi tarafına kazandırmış olması muhakkaktır[22].

Resûlullâh, ne kadar büyük olursa olsun (Ahzâb ve Bedir gazvelerinde olduğu gibi) hiç kimseden çekinmemiştir. Ona bu azmi ve cesareti Rabbi aşılamıştır:  "Ey Nebî, Allah sana ve sana tâbî olan mü'minlere yeter" (Enfâl: 8/64). “Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma” (Hicr: 15/94). Nitekim, en tehlikeli durumlarda, -meselâ, Sevr Mağarası'nda olduğu gibi- kurtulma yolu ve ümidi gözükmezken, gayet metânetli, emin ve mutmaîn bir şekildeki hal ve tavrı, yanındaki Hz. Ebû Bekir’e “Tasalanma Allah bizimledir” (Tevbe: 9/40) demesi, kayda şayan bir husustur.

Hz. Peygamber’in kararlılığı ve azmi müsteşriklerce de bahis konusu edilmiştir. Bu çerçevede İtalyan Kaytano demiş ki: “Muhammed hiçbir müşkilat karşısında yılmamış, hiç ye’se düşmemiş, kanaati asla sarsılmamıştır. Onda öyle bir kendine güven vardı ki bunun sırrı anlaşılamamış ve kendisi ile beraber defn olup gitmiştir.” Bunu kaydeden M. Hamdi Yazır der ki: “Belli ki bu söz hakikati hem itiraf hem tahriftir. Belli ki bir beşerin bu derece nefsine itimadı kabil-i tasavvur olmadığından buna ‘bir sır’ demiştir. Bu sır, O’nun nefsine itimadının sırrı değil, hakka, Allah’a itimadının sırrıdır ki o da Nübüvvet ve risaleti ve Allah’ın emir ve şehadetiyle Nübüvvetine olan yakini ve davasındaki doğruluğunun bürhanıdır. Resulullah hiç bir zaman nefsine itimad etmemiş, daima ve daima Allah’a tevekkül etmiştir”[23].

İnsanlık tarihi incelendiğinde, en büyük dâhinin, ancak bir iki his ve istidâdı meselâ, hürriyet, fedakarlık ve muhabbet gibi- harekete geçirmeye muvaffak olduğu görülür. Halbuki, Hz. Muhammed, geniş Arab Yarımadasındaki bedevî kavimlerde, üstü kapalı birçok yüce hissi birden uyandırıp, ortaya çıkartmıştır. Ayrıca, üç milyon km2 yüzölçümünde bir ülkeyi, üçyüze varmayan maktûl ve şehide[24] mukabil fethetmesi ve daha sonra aynı hareket tarzı ile Hulâfa-i Râşidîn devrinde bu defa üç kıtada hakimiyet tesisi önemli bir hadisedir. Yine, kalblerinin katılığı, "kız çocuklarını diri diri toprağa gömme" gibi işlerden anlaşılan o toplum fertlerinin kalblerini aydınlatması ve ince kalbliliğin tezahürü olan hayvanlara merhamet, hatta karıncaya şefkat gibi işlerle süslemesi sıradan bir iş değildir[25].

Daha önce hiçbir tecrübesi olmayan bir insan nasıl olur da dâhi bir yazar, komutan ve neticede muzaffer bir lider olabilir? Bir kimsenin dâhi bir stratejist ve tamamiyle yeni bir sosyal nizamın mimarı olması sıradan bir iş midir? Bir insan nihai başarısını önceden haber verebilir mi? Mekkî olan Kamer sûresi, henüz üç beş müslüman varken ve akibetleri oldukça şüpheli iken, ileride müşriklerle harb olacağını, üstelik şirk ordusunun hezimete uğrayacağını haber vermiş ve bu ilkin Bedir’de gerçekleşmiştir (Kamer: 54/45). Kur’ân metninin eksiksiz muhâfaza ve intikâl edeceği (Hicr: 15/10), İslâm’ın muzaffer olup (Nûr: 24/55), Mekke’yi feth edeceği (Feth: 48/27) vb. de bildirilmiştir.

Hülâsa, fikren yükselip O'nun siretine toplu bir bakış yapılacak olursa yüce ahlâktan meydana gelen nice parlak deliller görülür. Bunlardan sadece bazı örnekleri gözönüne getiren kimse tertemiz, dürüst, ağırbaşlı, bilmediği hususta tek söz söylemeyen, gördüğünü gizlemeyen, kendisini övenlere kulak vermeyen ve büyüklerin süsü olan tevazuu, liderlerde eşine ender rastlanacak derecede açıksözlülüğü, alimlerde pek az rastlanacak derecedeki titizliği ile arz-ı endâm eden bir şahsiyet karşısında olduğunu anlamakta gecikmez. Böyle bir zât, hâşâ! ne aldanır, ne de aldatır[26].

3. İnsan oluşu

Resulün insanlara muallimlik, mürebilik etmesi için insan olması gerektiği gibi, doğrudan doğruya ilâhi hitaba mazhar olabilmesi için de ruhen son derece ulvî olması gerekir[27]. Kur'ân, Resûlullâh'ın beşer olduğunu (Kehf: 18/110; Fussilet: 41/6), O'nun da beşerde bulunan yeme, içme ve ölme gibi halleri olduğunu (Furkân: 25/20; Zümer: 39/30) açıkça bildirir. Bu, müslümanları, Ehl-i Kitâb'ın düştüğü küfürden (Mâide: 5/17, 72; Tevbe: 9/30, 31) koruduğu gibi, Hz. Peygamber'in doğruluğunu da ispatlar. Zira olumsuz taraflarını, zaaflarını bir tarafa bırakalım, normal olarak bir insanın göstereceği maharetler ve meziyetler aşağı yukarı bellidir. Çoğu zaman, her insan, bir iki hasletle tanınır. Meselâ, bir kimse ya cesaret ve kahramanlıkla veya cömertlikle yahut diğergamlık ve fedakarlıkla veyahut çalışkanlık, alimlik vb. meziyetlerle tanınır. Bütün güzel hasletleri hakkıyla kendinde toplayan başka bir insan görülmemiştir. Eğer bir insan, on dört asır boyunca insanlığa örnek olmuş ve bundan sonra da olmaya devam edeceği anlaşılmışsa bu, O'nun durumunun sıradan bir şey olmadığını ve bütün bunların Allah’ın kudreti sayesinde gerçekleştiğini gösterir. Nitekim, bir çok âyet bu hususa dikkat çekmektedir. “De ki: 'Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır (mal ve mülk) elde ederdim. Bana kötülük dokunmamıştır. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim." (A’râf: 7/188). "De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım; Tanrınızın bir tek Tanrı olduğu bana vahyolunuyor. (..)" (Kehf: 18/110).

Hal böyleyken Hz. Nuh’tan Hz. Muhammed’e değin inkarcıların Peygambere itiraz gerekçelerinden biri de onun melek değil de insan oluşudur[28]. Muarızların insan Peygamberi kabule yanaşmamalarının sebeplerini irdeleyen Müfessir M. Hamdi Yazır şöyle der: Bu sözde iki mânâ gözetilebilir:

Birisi: Peygamberde alelade insanlardan fazla bir meziyet ve fazilet bulunmadığı iddiasıyla onu sıradan bir şahıs ve ehliyetsiz bir muhteris gibi gösterip, bu suretle onu gözden düşürmeye çalışmaktır. Çoğunlukla, mevki makam düşkünü hırs ve hasetle malül kimselerin ehliyetli ve liyakatli kimselere karşı adetleri budur.

İkincisi: Risalet davasını bütün insanlıktan üstün bir mevkie çıkmak şeklinde bir iddia farz etmek, risaleti beşer cinsinde bulunması mümkün olmayan bir fazilet davası halinde göstermektir. Bu, Allah’ı halktan gafil bir tabiat gibi farz eden muattıla[29]nın veya Allah’ın mücerret ruhanilerden başkasına tebliğatta bulunamayacağını zanneden Sabiilerin iddialarıdır. Onun için “Peygamber” denildiği zaman böyle kimseler onda beşer-üstü bir mahiyet bulunması yani insan cinsinin en üstün bir ferdinde bile rastlanmayan sırf lahuti bir cevher ve hüviyet bulunması lüzumunu iddia ederler. Hırıstiyanların Hz. İsa’da bir uluhiyyet cevheri bulunduğunu iddiaya kalkışmaları ve hatta Nesturilerin, biri lahuti biri nasuti iki cevhere kail olmalarına bile razı olmamaları o iddiaya mağlup oluşlarının bir neticesidir. Zamanımızda bir takım Avrupalı yazarların Hz. Muhammed’in risaletini inkar etmek için “şüphe yok ki Hz. Muhammed, olağanüstü bir beşer, pek büyük bir zat, fakat beşer-üstü bir vücut değil, bunu kendisi de söylüyor: “Ben de sizin gibi bir insanım.” (Kehf: 18/110) demeleri, yani ulûhiyyet davasında bulunmadığından dolayı Resulullah’ın risaletini kabul etmek istememeleri de o iddiaya tabi olmak üzere söylenmiş bir safsatadan başka bir şey değildir[30].

4. Peygamberlikten önceki ömrü ve ümmîlik

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in Nübüvvetini ispat yönünde içiçe iki kuvvetli delil daha sunar. Bunlar: Bi'setten önce geçirdiği ömür ve ümmiliktir.

a. Peygamberlikten önce geçirdiği ömür

Kur’ân, Hz. Peygamber'in, bi'setten önce geçirdiği ömrü, risâletinin delillerinden biri olarak kaydeder."De ki: (...) Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musunuz?" (Yûnus: 10/16).

Kavmi arasında geçirdiği kırk sene (ki bu bi’setten önceki ömrüdür) zarfında, Kur'ân'ın ihtiva ettiği ilimlere, onun üslûp ve belâğatına dair kendisinden hiçbir şey naklolunmayan bu ümmî zatın kalbine bu Kur'ân'ı bırakan Allah'tan başka kim olabilir? Kur'ân'ın ihtivâ ettiği icâz vecihlerinden her biri, maddecilik fikrinden ve taklit bağlarından sıyrılan herkes için gerçeği gösteren birer delildir. Zira, alemlerin Rabb'ine inanan hiç kimse, eşsiz bir üslûpla, bu kadar güzel mânâlara şâmil olan bu Kitâb'ın kaynağının ümmî bir zât olabileceğini tasavvur edemez. Değil ümmi biri, okuma yazma bilenler de ona benzer getiremediler. Kur’ân’ı okuyan, O’nun, aynı anda bütün kainatı gören ve bilen tarafından geldiğini anlar. “Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı onda birçok çelişki bulurlardı” (Nisâ: 4/82).

Tarih, siyer ve rivâyet açısından bakıldığında; yetim olan Hz. Muhammed, dört yaşından kırk yaşına kadar, özellikle içindekini dışa vurma dönemi olan gençlik yıllarında son derece istikâmet üzere oluşu, iffet ve vakarla temayüz etmesi, özellikle de öyle inatçılara karşı sergilemiş olduğu tertemiz hayatı göz önüne alındığında doğruluğu açıkça anlaşılır. Zira, kırk yaş, pek çok ihtirasın sönüp gittiği veya hiç olmazsa artık gerçekleşmesinden ümit kesildiği bir çağdır[31].

Bisetten önce de oldukça olgun ve yapıcı bir tavır sergilemiştir. Meselâ, Kâbe binasının yapımı esnasında Haceru'l-Esved'in yerine konması konusunda anlaşamayan Kureyşlilerin onun hakemliğine başvurması üzerine  anlaşmazlığı giderip, meseleyi tatlıya bağlamıştır[32].

Hz. Muhammed, bi’setten önce kitap okumadı, şiir söylemedi, irticâlen de olsa hutbe irâd etmedi. Herhangi bir kabileye başkanlık yapmadı. İnsan toplumlarının kanunlarını ve dinlerini de tanımadı. O’nun kırk yaşına gelişine kadar durumu budur. Açıkça bilinmektedir ki, herhangi bir ilimde temâyüz eden bir kimsenin üzerinde, henüz gençliğinde bu ilimle ilgili maharet belirtileri görülür.

b. Ümmilik

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Muhammed’in ümmî olup, ümmî bir kavim arasından neşet ettiğini bildirir[33]. “Ümmî” kelimesi hakkında üç mânâ muhtemeldir:

1. “Ümm” nisbetidir. Buna göre ümmî, “anasından doğduğu hal üzere kalmış gibi asli fıtratı üzere kalıp, sonradan kazandığı bir vasıfla değişikliğe uğramamış” anlamını ifade eder.

2. “Arap ümmetine munsub” demektir. Nitekim, Araplar, hesap kitap bilmez bir topluluk olmakla bilinirler.

3. “Ümmü’l-Kurâ”ya mensup, yani Mekkeli demektir. Bu üç nispetin üçünde de ümmî, “okuyup yazmak için çalışmamış” anlamında bir vasıftır. Ümmilik sıradan kimseler hakkında normalde bilgi eksikliği ifade eden bir noksanlık sıfatı iken, bir ümmînin okuyup yazanlardan fazla alim olması, Allah tarafından alışılmışa aykırı olarak çalışıp kazanmaksızın vehbi ve fıtri bir kemâli gösterir. Ayrıca, ilmi ve ameli kemâli; okuyup yazanları aciz bırakan bir Peygamber hakkında, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve onun doğrudan doğru Allah tarafından gönderilmiş olduğunu zorunlu olarak ispat eden harikulade bir kemâl sıfatı, yani bir mûcizedir. Bu itibarla, “er-Resûl en-Nebiy el-Ümmiy” vasfı “o risalet ve nübüvveti bedihi mûcize sahibi” demekten daha beliğ bir ifadedir[34]. Hz. Muhammed hakkında ”ümmî” demek “muallimi Allah” demektir.

İnsanın herhangi bir işle ilgisi olmadığını anlamak için, o işi yapmaktan maddeten âciz olmasını tespit etmek yeterlidir. Akıllı olan insan düşünsün bakalım: Bu ümmî Nebi, ilmi vasıtaları itibariyle bu Kur'an'ın mânâlarına kaynaklık edebilir mi? Ayrıca, Hz. Peygamber’in iki Şâm yolculuğundan başka seyahati vâki değildir[35].

O halde, böyle bir çevrede, hiç bir şekilde ilimlerle iştigal etmeksizin ve hiç bir bilginden ders almaksızın bir insanın çıkıp, Allah'ın zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve hükümlerini, geçmiş peygamberlerin kıssalarını bütün zeki ve akıllı kimseleri hayrette bırakacak derecede teferruatıyla bildirmesi, onun Allâmu'l-ğuyûb tarafından desteklendiğini gösterir. Şu sunacağımız âyetler bu hususa dikkat çekmektedir: "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz. O halde sabret, sonuç korunanlarındır" (Hûd: 11/49). "Fakat biz birçok nesiller yarattık da onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen Medyen halkı arasında oturmuş da değildin ki âyetlerimizi bunlara okuyasın. (Mûsâ'ya) seslendiğimiz zaman sen Tûr'un yanında da değildin. Fakat Rabb'inden bir rahmet olarak orada geçenleri sana bildirdik ki senden önce kendilerine bir uyarıcı Peygamber gelmemiş olan toplumu uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar" (Kasas: 28/45-46). Ümmiliğinin hikmeti şu şekilde bildiriliyor: "Sen bundan önce bir Kitâp okumuyordun, elinle de onu yazmıyordun. Öyle olsaydı o zaman iptalciler, kuşkulanırlardı" (Ankebût: 29/48).

Müsteşriklerin Hz. Peygamber’in ümmîliği konusundaki iddiaları hakkında İ. Fenni Ertuğrul şöyle der: “Hz. Peygamber’in bi’setten önce okumak ve yazmak bilmediği üzerinde ittifak vardır. ‘Resulullah ölmedi, ancak yazı yazdı da öyle öldü’ meâlinde olarak, Buhari’de münderiç bir rivayete göre, Hz. Resûl’ün ömrünün sonuna doğru biraz yazı yazabildiği anlaşılıyorsa da bundan daha şümullü bir mânâ çıkartmaya çalışmak beyhude bir külfettir. Eğer yazı yazmaya muktedir olsaydı Kur’ân’ı vahiy katiplerine yazdıracağına kendi yazardı. Sakalından düşen kılları bile saklayan ashab-ı kiramın O’nun yazılarından hiç olmazsa teberrüken hıfzetmeleri lazım gelirdi”[36]. Ayrıca, müsteşrikler “ümmî” kelimesine farklı anlamlar yüklemeye çalışırken çelişkiye düşmektedir. Zira, bir taraftan Hz. Peygamber’in malumatını ağızdan, hem de cahil bir takım adamlardan aldığını, çünkü yaptığı yanlışlar Tevrat’ı bilmediğine delâlet ettiğini söylerken, diğer taraftan kendisine “ümmî” yani okumak ve yazmak bilmezdi demek doğru olmadığını iddia ediyorlar[37].

5. İbtihal

İbtihâl, "haksızın lânete uğraması için, hararetle ve içtenlikle Allah'a yalvarıp yakarmak, haksızın aleyhinde dua etmektir". Kur'ân, Necrânlı hırıstiyanları ibtihâle çağırdı, onlar ise bu çağrıya uymaktan imtina ettiler. Oysa, kendilerinden, hem onların ve hem de Hz. Peygamber'in aile efradını getirdikten sonra, bir yerde toplanarak samimi ve kuvvetli bir şekilde Allah'a yalvarıp, her iki gruptan yalancı olanın Allah'ın lânetine ve gazabına uğramasını dilemekten başka bir şey istenmiyordu[38]. Bu konudaki âyet meâlen şöyledir: "Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: 'Gelin! Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden lânetle duâ edelim de, Allah'ın lânetini yalancıların üzerine atalım" (Âli İmrân: 3/61).

Bu âyet üzerine Hz. Peygamber, Necrân'dan gelen hırıstiyanları ibtihâle çağırınca onlar düşünmek için süre istediler. İçlerinden, görüşüne değer verdikleri Âkib isminde biri şöyle dedi: Ey hırıstiyanlar, (Hz.) Muhammed'in Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyorsunuz. Bir Peygamber ile ibtihâle kalkışan bir toplumun küçük büyük hiçbir ferdi iflah olmaz. Eğer böyle birşeye yeltenirseniz mahvolursunuz. Eğer dininizde kalmak istiyorsanız, Resûlullâh ile anlaşmaya varıp, memleketinize dönün. Bunun üzerine onlar da bu işten vazgeçerek, bir anlaşma ile İslâm’ın zimmetini kabul edip, gittiler[39].

Bu olay, Hz. Peygamber’in Nübûvvetine delâlet etmektedir; zira muvafık olsun muhalif olsun, hiç kimse bahis konusu ibtihâle cevap verenlerin olduğunu söylememiştir[40].

Hz. Peygamber’in duâsının kabul olduğunu göstermesi bakımından şu hadiseyi de kaydedelim: Kureyş’in eziyetleri dayanılmaz bir hal alınca, Resûlullah, onların, "Hz. Yûsuf'un kıtlık yılları gibi kıtlığa uğramaları" yönünde duâ etti. Bunun üzerine kuraklık başladı, ekinleri kurudu, hayvanları telef oldu, kıtlığa maruz kaldılar. Derken, Hz. Peygamber'e yağmur duâsı için şefaat dilemeye geldiler. Resûlullâh duâ etti, bunun üzerine yağmur yağdı; öyle ki boğulmaktan korktular. Bu defa yağmurun dinmesi için duâ etmesini dilediler. Hz. Peygamberin duâsı üzerine bu durumdan kurtuldular[41].

6. Zaman Gösterir

Gerçeğin, gizlilik perdelerini delip geçen etkin bir kuvveti, er geç ortaya çıkma gibi bir huyu vardır. Bir insan ne kadar sun'î davranırsa davransın; kızdırıldığı, zorlandığı, daraldığı, muhtaç olduğu, arzusuna nâil olduğu veya güvendiği biriyle başbaşa kaldığı zaman, işlerinde ve sözlerinde, esas kişiliğini ortaya koyan bir takım davranışlardan uzak olamaz[42]. Bir huy insanda bulundu mu, başkaları tarafından bilinmiyor zannedilse de bilinir. O halde, bu kadar yükseğe, ileriye ve uzun zamana hitabeden bir fikir, çok kuvvetli bir fikirdir, bu kadar kuvvetli olması için tamamen samimi ve tamamen inanılmış olması lazım gelir[43]. Bu itibarla, diyebiliriz ki, eğer Hz. Muhammed hak Peygamber olmasaydı, gerçek durum çoktan ortaya çıkmış olurdu. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar." sözü bir realitenin ifadesidir. Sıradan işlerde böyle olduğuna göre, Nübüvvet gibi bütün insanları ilgilendiren bir meselede bu ölçü çok daha kesin bir şekilde tesirini gösterir. Düzme bir takım delillerin arkasına sığınarak hiç kimse uzun süre Nübüvvet iddia edemez. Onun için, Kur’ân, Hz. Peygamber’in Nübüvvetini müdafaa çerçevesinde meseleyi, evrensel bir ölçü olan “zaman”a havale eder[44]. "Yoksa onlar senin hakkında: ‘0 bir şairdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz’ mu diyorlar? De ki: 'Gözetleyin ben de sizinle beraber gözetleyenlerdenim." (Tûr: 52/30-31). "De ki: (...) Yakında kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu bileceksiniz" (Mülk: 67/29).

"Zaman gösterir" sözü yaygındır. O halde, bin dört yüz seneyi aşkın zamanın her bir senesi, Hz. Muhammed’in Nübûvvetinin kesin bir şahidi olarak durmaktadır. Altın, her zaman ve her yerde altındır; zamanın geçmesiyle mahiyet değişikliğine uğramaz, bilakis altın olduğunu daha iyi gösterir. Düzmesini altın diye sunanların gerçek durumunun  ortaya çıkması ise zaman almaz.

7. Tevrat ve İnciller

Kur'ân-ı Kerîm, Nübüvvet'in birliğine sıklıkla dikkat çeker. "Biz Nûh'a ve ondan sonra gelen Peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrâhim'e, İsmâil'e, İshâk'a, Yakûb'a, sıbtlara (Yakûb oğullarına) İsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a, Süleymân'a da vahyetmiş ve Dâvûd'a da Zebûr'u vermiştik" (Nisâ: 4/163). "Bu (Kur'ân veya Peygamber) de ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır" (Necm: 53/56). "De ki: 'Peygamberliği ilk defa ben ortaya atmadım. (..)" (Ahkâf: 46/9). Her Resûl, kendisinden önce geçen Peygamberin Nübüvvetini tasdik etmiş, kendisinden sonra bir peygamberin geleceğini müjdelemiştir. "Allah, Peygamberlerden şöyle söz almıştı: 'Bakın, size Kitâb ve hikmet verdim, imdi yanınızda bulunan (Kitâbları) doğrulayıcı bir Peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz!  (..)" (Âli İmrân: 3/81). Hz. Muhammed de kendisinden önceki Peygamberleri tasdik etmiştir (Bakara: 2/101). Bütün eski dini kitaplar Allah'ın büyük bir Resûlünün geleceğini bildirdiler[45]. Sadece Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed ile Nübüvvete mühür konduğunu söyler (Ahzâb: 33/40; Mâide: 5/3).

Nübüvvet bir bütündür. Nübüvvete imânın geçerli olabilmesinin temel şartı, bütün Resûllere ve son Resûl'e imân edip, aralarında ayırım yapmamaktır[46]. Bir telefon numarasında bir rakamı eksik bırakmak görüşmeyi imkansız hale getirdiği gibi, Resûllerden birini inkar etmek de Nübüvvete imânı geçersiz kılar. Binaenaleyh, Hz. Muhammed’in risâletini inkar etmek, Allah'tan gelen vahyi ve bütün Peygamberleri inkara götürür. “Nübüvveti inkar ise Hâlık'ı inkârdır”[47]. Nübüvvetin birliği, Resûlullâh’ın dilinden şu şekilde açıklanmıştır: "Biz Peygamberler, baba bir ana ayrı kardeşler gibiyiz[48].” Yeni Ahid'de Hz. İsâ'nın dilinden nakledilen şu söz de aynı gerçeği dile getirmektedir: "Sanmayınız ki ben Peygamberlerin kanununu ortadan kaldırmaya geldim; ben onları kaldırmak için değil, tamamlamak için geldim[49].”

Hal böyleyken, Hz. Muhammed risaletini ilân edince Kitâb ehlinden çoğu onu inkar etti. Bunun sebebini Kur'ân şu şekilde bildirir: "Kitap sahiplerinden çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. (...)" (Bakara: 2/109). Bunun yanında, köklü bilgi sahibi olanların durumunun farklı olduğunu öğreniyoruz. "Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. (..)" (Nisa: 4/162).

Her zaman ortaya konan bir hakikat var: Bütün eski dini kitaplar Allah'ın büyük bir Resûlünün geleceğini bildirdiler[50]. Sadece Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed ile Nübüvvete mühür konduğunu söyler (Ahzâb: 33/40; Mâide: 5/3).

Kur'ân, kendisinden önce nâzil olan Kitâpları tasdik etmiştir[51]. Bu itibarla, Hz. Muhammed’in risâletinin delilleri, aynı zamanda öteki Resûllerin Nübüvvetinin de delilleridir. O halde, “Hz. Muhammed’in hayatı ilim ciddiyetinden, objektiflikten nasibini almamış, mutaassıp, garazkâr bir tavırla ve İslâmiyet sar’asının tesiriyle tahrife çalışılırsa, ortada Peygamberliği ispat edebilecek tek bir Nebî kalmaz”[52].

Tevrât ve İncîllerin Hz. Peygamber’i müjdelediklerinin bu Kitâblardaki örneklerine geçmeden önce bir husûsu hatırlatmakta fayda vardır. Kur'ân'a göre Yahûdiler, Hz. Mûsâ'ya gönderilen Kitâb'ı tahrif etmişlerdir. Son bir kaç asırdan beri Eski Ahid'in metin tenkidi çalışmaları başlayınca, bir müddet sonra metnin değiştirildiğini, karıştırıldığını, kaybolan kısımlarının olduğunu aralarında Yahudi ırkından olan bilginlerin de bulunduğu garplıların kritikleri ortaya koymuştur. Bu bilginler, Yahudî ve Hırıstiyan din adamlarının sert hücumlarına maruz kalmalarına rağmen, bu gerçeği ilân etmekten çekinmemişlerdir. Hatta, bazı papazlar da İbranca metinlerin yanlışlarla dolu olduğunu ve sonradan yazıldığını ifade etmişlerdir[53]. Ayrıca, Tevrat’ı, yazılı ve sözlü olmak üzere ikiye ayıran ve sözlü olanın yazılı olandan daha değerli olduğunu kaydeden Rabbiler, yazılı Tevrat’ı tenkit etmişlerdir. Rabbilere göre Tevrat’ın yazımında kronolojik düzen bakımından hata ve yanlışlıklar vardır[54]. Hatta tahrifi bizzat Tevrat da haber verir. “Çünkü siz Hay olan Allah’ın, ordular Rabbinin, Allahınızın sözlerini değiştirdiniz[55]”.

Aynı şey İnciller için de söz konusudur. İnciller, tevhidî ve İslâmî bir gözle okunup incelenmedikçe, onlardan hak dini ve hakikatı elde etmek hiçbir şekilde mümkün olmaz. Kezâ, yalnız İslâmî bir rûh ve inançtır ki, Kitâb-ı Mukaddes'i süzgeçten geçirip yanlışları, çerçöp kabilinden lüzumsuz şeyleri ayırıp bir kenara atabilir[56]. Bu hatırlatmadan sonra, Tevrât ve İncîllerde Hz. Muhammed’in risâletini haber veren ifadelerden örnekler sunalım:

a. Tevrât'ta vârid olan tebşîrler

Burada özellikle, önceleri bir hıristiyan din bilgini olup, sonradan müslüman olan Prof. Abdulahad Davud'un tespitlerini sunacağız. Merhûm yazar İbrânî, Süryânî, Ârâmî ve Yunan dillerini bildiği için eski dinleri orijinal kaynaklarından tetkik etme imkanı bulmuştur. Buna ilâve olarak, onun eski bir Hıristiyan din adamı olması ve ele aldığı konuları en eski ve en orijinal kaynaklardan takip etmesinin yanında, zamanında yazılmış diğer eserlerdeki bilgileri de süzgeçten geçirip değerlendirmesi yazdıklarını daha da dikkate değer kılmıştır. Burada, Tevrât ve İncîl’de bu konuda gelen haberlerden birkaç nümûne kaydedip, bunların Peygamber Efendimiz'e delalet yönlerini göreceğiz.

Eski Ahid'de, sık sık Hamad[57], Hemed[58], Mahmad, Mahamod[59] geçer. Arapça şekli Muhammed olup, aynı kökten veya fiilden türeyen bu kelimeler arasında yazılış şekilleri itibariyle bazı ufak farklılıklar bulunsa bile aslında bunlar kök ve mânâ birliğine sahiptir. Bunda zerre kadar şüphe yoktur[60].

Yine Eski Ahid'in özünü teşkil edecek kadar önem arzeden bir tebşîr, Tekvin kitabında şu şekilde geçer: "şilo gelinceye kadar Saltanat Asâsı Yahuda'dan, Hükümrânlık Asâsı da ayaklarının arasından ayrılmayacaktır, ve insanların itaâti de ona olacaktır[61]".

A. Davud, bu ibarede geçen "şilo" kelimesinin Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ’ya delâlet etmesinin söz konusu olamayacağını açıkladıktan sonra şöyle der: Hz. Muhammed, İsmâiloğulları'nın bütünüyle eskimiş Saltanat Asâsını ve uygulanamaz hale gelmiş eski şeriatla bozulmuş ruhbanlığın yerine yenilerini getirmek için Kur'ân ve askerî güçle gelmiştir. O, Bir Allah'ın en saf dinini ilân ederek, insanların maddî ve mânevî dünyası için en elverişli emir ve ahlâkî hükümleri vazetmiştir. İslâm Peygamberi, böylece, Cenâb-ı Hak ile hiç bir benzerliği hâiz olmayan insanların ve birçok milletlerin hakiki bir kardeşlik meydana getirmelerini sağlayan İslâmiyet’i tesis etmiştir. Bütün müslümanlar bu Allah Resûlü'nü sevip, itâât ettiler. Fakat asla ona tapmadıkları gibi, kendisine ilâhî bir pâye veya sıfat da atfetmediler.

şilo kelimesinin ikinci mânâsı da birincisi kadar önemli olup, Hz. Muhammed’e delâlet etmektedir. Bu kelime, "sülh, sükûn, sessiz ve güvenilir" anlamlarına gelen "şalah" fiilinden türemiştir[62]. Arabistan Peygamberlik tarihine baktığımızda İslâm Peygamberi'nin, öncekilere göre oldukça sakin, barışçı, güvenilir, düşünceli ve cezbedici bir şahsiyete sahip olduğunu görürüz. İşte bu yüzden kendisine Mekkeliler Muhammedu'l-Emîn ismini vermişlerdi. Arapça  “EMİNE” fiilininin, aynen İbrânca "aman" kelimesi gibi "metin, sürekli, değişmez, emîn" demek olup, dolayısıyla "gönül rahatlığı, inançlı ve güvenilir" mânâlarını da ihtiva etmesi, "emîn" kelîmesinin şilo (Shiloh) kelimesinin tam karşılığı olduğunu ve onda bulunan bütün anlamları aynen içine aldığını  gösterir. Bu kelime Kur'ân'da sıklıkla geçen "Resûl" kelimesinin karşılığı da olabilir ki, bu durumda da Hz. Muhammed’e işaret eder[63].

b. İncillerdeki Tebşîrler

Resûllerin Hz. Muhammed’i tebşir edip, kavimlerini buna hazırladıklarına dair İncillerde birçok işaret vardır. Meselâ, Hz. İsâ'ya gelen İncîl'in özü ve rûhu, onun bir duâsındaki şu meşhûr ifadede mevcuttur: "Senin saltanâtın geliyor". Mezheplerinin adı ve imân dereceleri ne olursa olsun, yirmi asırdan beri bütün Hıristiyanlar "Senin Saltanatın Gelsin" ibâresini, gerek duâ ve gerekse vaâzlarında tekrarlayıp dururlar. Oysa, Allah'ın  sevgili kullarından kuvvetli bir saltanat kurmak için görevlendirilen "insanoğlu" Hz. Muhammed’den başkası değildir[64].

Ayrıca, Kiliselerin İncilleri, "Dâvûd'un Efendisi kimdir ?" sorusuna Hz. İsâ'nın verdiği cevabı nakletmemiştir. Halbuki üslubu vahiy yoluyla gelmiş bir mukaddes kitaba uygun düşmesi, Hz. İsâ'nın kendisi ve peygamberlik göreviyle ilgili çok açık ve mantıklı sözler ihtiva etmesi, bunlardan da önemli olmak üzere Hz. İsâ'nın İslâm Peygamberi'ne dair sözlerini ihtiva etmesi sebebiyle kilisenin reddettiği Barnaba İncîli bu sorunun cevabını vermektedir. Buna göre, Cenâb-ı Hak ile Hz. İbrahim arasında, Hz. İsmail üzerine bir sözleşme yapılmış olup "şânı en yüce" ve "Övülmeye lâyık" bir insanın, Hz. İshak'ın, dolayısıyla da Davud'un soyundan değil de Hz. İsmail'in soyundan geleceğine dair açık ifadeler mevcuttur. Barnaba İncîli, Hz. Muhammed’in rûhunun herşeyden önce yaratıldığını söylemiştir. Bu sebeple Hz. Yahya'nın geleceğini haber verdiği Peygamber hakkında "Benden sonra gelen, benden ileri oldu, çünkü benden önce idi[65]" şeklindeki ifadesi, müslümanların bu inancına uygun düşmektedir[66].

8. Doğu Kutsal Metinlerindeki Tebşirler

Kur’ân-ı Kerim, Allah kelâmı olduğuna “zübüri’l-evvelin”i şahit gösterir (Enbiyâ: 21/196-197). “Zübüri’l-Evvelin” ifadesinden, Nübüvvet konusunda başvurulacak delillerden birinin de “öncekilerin dini kitapları” olduğu anlaşılabilir. Bu kitaplar, bilahare tahrif olunsalar da esasında hepsinin “aynı ışıktan doğduğu” anlaşılmaktadır. Binaenaleyh, Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Peygambere yapılan atıfları tesbit etmek önem arzetmektedir. Nitekim, bu konuya siyer kitaplarında dikkat çekildiği gibi, müstakil eserler de tahsis edilmiştir.

Zerdüştîlerin kitabı Zend Avesta'da, Brahmanist Hinduların Purana ve Vedalar'ında Hz. Muhammed’in geleceğini haber veren ifadeler mevcuttur[67]. Bu ifadeler, Brahmanizm'in dini kitaplarında da yer almaktadır[68]. Bunları kısaca görelim.

a. Zerdüştîlerin kitabı Zend Avesta'daki Tebşirler

Zerdüşt’ün kitabı olduğu kabul edilen Zend Avesta’da Kur’ân, Hz. Muhammed ve O’nun sahabesi hakkında sarih haberler mevcuttur. Bahis konusu ifadeler akli bir yaklaşımla ele alındığında ve tarihi gerçekler ışığında incelendiğinde açıkça Hz. Muhammed’i haber verdiği anlaşılır[69]. Meselâ, Zend Avesta’daki bir tebşir şöyledir: “Biz, yöneten Rabbın sağ elinde dövüşen iyi, güçlü, imanlı müşfik Fravaşileri ululuyoruz. Sanki güzel kanatlı kuşlar gibi, onların Rabba geldiği görülüyor. Onlar, görünmeyen düşmandan, (..) yanlış işlere meylederek kötülük yapanlardan, (..) Rabbı hem önden ve hem arkadan korumak üzere bir silah ve bir kalkan olarak geldiler. Onlar, o kişiyi kılıçlardan, sopalardan, oklardan, mızraklardan, elle atılan taşlardan koruyacaklardır.” (Fervardin Yasht, 63, 70-72).

Bu tebşir, Zerdüşti imanın korunuşunun ve Hz. Muhammed’in sahabesinin ve O’nu canları pahasına korumalarının canlı bir tasvirini yapar. Sahabenin, Hz. Peygamberi düşmandan korumak için etrafında kümeleştikleri bilinen bir gerçektir. Said b. Cübeyr'den şöyle nakledilmiştir: Geceleri Resûlullâh'ın yanında mü'minler nöbet tutardı. "Ey Resûl, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. (..)" (Mâide: 5/67) âyeti iner inmez korumayı bıraktı ve: "Artık gidebilirsiniz. Çünkü Allah beni korumayı deruhte etti" dedi[70]. Gerçekte, Allah onu birçok yerde korudu, görünmez ordularıyla destekledi, kendi eliyle düşmanları defetti[71].

b. Hint Kutsal Metinlerindeki Tebşirler

Hindu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed (asm) ile ilgili olarak şu işaretler yer almaktadır:

1. Peygamber’in adı açıkça “Muhammed” olarak bildirilmiştir.

2. O’nun “Arabistanlı” olacağı söylenmektedir.

3. Peygamber’in sahabesine özel bir referans da vardır. Dünyada kendisine bu denli benzeyen bir yoldaş grubuna sahip başka bir Peygamber olmamıştır.

4. Melekvari bir konuma sahip olarak, Peygamber bütün günahlardan arınmış olacaktır.

5. Peygamber’e düşmanlarından korunması için yardım temin edilecektir.

6. O şerri yok edecek, put ibadetini kaldıracak ve aracı rolündeki her ilahı ilga edecektir.

7. O Kadir-i Mutlak Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmış olacaktır[72].

8. O beşeriyetin efendisi olarak (Parbatis Nath) kabul edilir.

Bu haberler gün gibi açık olup, Hz Muhammed’e hamledilmesi hususunda en ufak bir şüphe yoktur[73].

c. Budist Kutsal Metinlerindeki Tebşirler

Birinci Tebşir (Burma kaynaklarından):

Buda, Sariputta’ya şöyle dedi: “..Bizim devrimiz mutlu bir devirdir. Üç önder zamanımızda yaşadı. (..) Fakat benden sonra Metteya geliyor. Bu mutlu çağ devam ederken onun yıllarının sayısı tükenmeden önce bu Buda, ‘Ulu’ denilen Metteya ve bütün insanların önderi gelecek.”

İkinci Tebşir (Seylan kaynaklarından): Ananda, mukaddes kişiye şöyle dedi: “Sen gittiğin zaman bize kim öğretecek?” Ve mukaddes kişi cevapladı:

“Ben yeryüzüne gelen ilk Buda değilim, son da olmayacağım. Zaman içinde dünyaya bir başka Buda gelecek, bu kişi kutsal tam anlamıyla aydınlatılmış ve davranışları hikmet dolu bir kişidir, hayırlıdır, kainatı bilir, eşi olmayan bir önderdir, meleklerin ve ölümlülerin efendisidir. Size, benim de öğrettiğim ebedi hakikati açıklayacaktır. Dinini, amacını bildirecektir. Benim şimdi ilân ettiğim şekilde en mükemmel ve saf dini bir hayatı ilân edecektir. Onun şakirtlerinin sayısı binlerce olacaktır, oysa benimki yüzlercedir.”

Ananda sordu: “Onu nasıl bileceğiz.”

Mukaddes kişi cevapladı: “O Maitreya olarak bilinecektir[74]”.

Yukarıdaki metinde geçen “Metteya ve Maitreya” rahmet demektir[75]. Bu ifadelerin Hz. Muhammed’i haber verdiğini anlamak için meâllerini sunacağımız şu âyetlere bakmak yeterli olacaktır.

“Biz seni (Ey Muhammed) ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ: 21/107).  “(..) İnananlar için O bir rahmettir. (..)” (Tevbe: 9/61). "Muhakkak, içinizden size öyle bir Resûl geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli (reûf), merhametlidir (rahîm)" (Tevbe: 9/128). Ayrıca, görüldüğü gibi burada Resulullah’a esmâ-yı hüsna-yı ilahiyeden raûf, rahîm isimleri verilmiştir. Bu isimlendirme ve nitelemede Resulullah’a pek büyük bir ilâhi tekrim vardır. Resulullah ahlâk-ı ilahi ile ahlaklanmış olduğundan müminlere rauf rahimdir[76].“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için mağfiret dile. Yapacağın işler hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a dayan; çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever” (Âli İmrân: 3/159).


[1] Prof. Dr.Muhammed Hamîdullah, Kur'ân-ı Kerîm Tarihi, Çev. Prof. Dr.  Salih Tuğ, M. Ü. İ. F. V. Yay., İstanbul, 1993, 11, 12.

[2] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Eser Yay., İstanbul, 1971, Hicr: 15/22 hk., V, 3055.

[3] Dr. Hasan Diyauddin Itr, Nübüvvetu Muhammed (asm) fi’l-Kur’ân, Beyrût, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, 1410-1990, 13.

[4] M. Hamdi Yazır, Hak Dini, Nahl: 16/68 hk., V, 3108.

[5] Krş. 4/162-163; 46/9.

[6] Sa'duddîn et-Teftezâni, şerhu'l-Mekâsıd, Thk. A. Umeyre, Nşr. Sâlih M. şeref, Beyrût, Âlemu'l-Kutub, 1409/ 1989, V, 5.

[7] İsrâ: 17/15; Kasas: 28/59.

[8] M. Reşîd Rıza-M. 'Abdûh, Tefsiru'l-Menâr, 2. tab', Beyrût, Daru'l-Fikr, ts. I, 216

[9] Takiyüddîn Ahmed b. Abdulhalîm İbn Teymiyye, Mecmuatu'r-Resâil ve'l-Mesâil, Thk. M. Reşid Rıza, 2. tab’, Beyrût, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, 1412/1992, I, 342.

[10] Resûllere yapılan itirâzların sebepleri ve bu itirazlara verilen cevaplar hakkında bkz. Prof. Dr. Suat Yıldırım, Kur’ân’da Ulûhiyet, Kayıhan Yay., İstanbul, 1987, 294-296.

[11] Muhammed A. Drâz, en-Nebeu'l-A'zîm (Nazarât Cedîde fi'l-Kur'ân), 7. tab', el-Kuveyt, Dâru'l-Kalem, 1413/1993, 84 (dipnotta).

[12] Muhammed M. Şâkir, Faslun fi İ’câzi’l-Kur’ân (Mâlik b. Nebi’nin, ez-Zâhiretu’l-Kur’âniyye kitabının baş kısmında (17-50), 4. baskı, Dımeşk, Dâru’l-Fikr, 1407/1987, 25.

[13] Fahruddîn er-Râzî, Nihâyetu'l-İ’câz fî Dirâyeti'l-İ'câz, Thk. Dr. Ahmed H. es-Sakâ, el-Kâhire, el-Mektebetu's-Sekâfî, 1989, 54.

[14] Krş. Ebû Hamid Muhammed el-Gazzalî, el-Munkiz mine'd-Delâl, 3. tab', Beyrût, 1411/ 1991, 54; Ebu’l-Velid İbn Rüşd, el-Keşf 'an Menâhici'l- Edille fî 'Akâidi'l-Mille, Thk. Mustafâ A. İmrân, 3. tab', Mısr, 1388/1968, 97.

[15] Hz. Peygamber’in ahlakî meziyetlerinin O’nun Nübüvvetine delil oluşu hakkında geniş bilgi için meselâ bkz. Ebu-l-Hasan Ali b. Muhammed el-Mâverdî, A’lâmu’n-Nübüvve, Thk. Muhammed ş. Sükker, 2. tab’, Beyrût 1412/1993, 71-99; M. Hamdi Yazır, Hak Dini, Yûnus: 10/16 hk. IV, 2695; Hasan Diyauddin Itr, Nübüvvetu Muhammed, 89-154; Muhammed A. Draz, Kur’ân’a Giriş, Çev. Salih Akdemir, Ankara, Kitâbiyât, 2000, 47, 119-120; Dr. Abdulaziz Hatip, Kur’ân ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, İstanbul, Nesil Yay.,1996, 40-134; Yrd. Doç. Dr. Muhittin Akgül, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber, İzmir, Işık Yay., 1999, 128-197.

[16] M. Hamdi Yazır, Hak Dini, Yûnus: 10/16 hk. IV, 2695; krş. Hasan Diyauddin Itr, Nübüvvetu Muhammed, 14.

[17] M. Hamdi Yazır, Hak Dini, V, Giriş, 1.

[18] Tirmizi, Tefsiru Sûreti’l-Vakıâ, 6.

[19]M. Hamdi Yazır, Hak Dini, Hûd: 11/112 hk., IV, 2830.

[20] Râzî, Erbaîn, II, 88.

[21] J.M.S. Baljon, Kur’ân Yorumunda Çağdaş Yönelimler, Çev. ş. A.Düzgün, Ankara, 1994, 51 (Hint-Pakistan altkıtası tefsir alimlerinden G. A. Perviz’den naklen).

[22] Prof. Dr. Fazlur Rahman, İslâm, Çev. Mehmed Dağ-Mehmed Aydın, İstanbul, Fakülteler Mat., 1981, 21.

[23] M. Hamdi Yazır, Hak Dini, En’âm: 6/20 hk., III, 1896. Hz. Peygamber ve Kur’ân hakkındaki müsteşrik iddiaları ve bu iddialara verilen cevaplar için meselâ bkz. Muhammed A. Draz, Kur’ân’a Giriş, 36, 47, 49 Abdulaziz Hatip, Kur’ân ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, 36-412.

[24] Muhammed Hamidullâh, Initiation a l'Islâm, Paris, 1963, 15.

[25] “Vaktiyle Avrupa müelliflerinden bazılarının İslâm dininin güzel ahlâka öteki dinler kadar hizmet etmediği yolundaki açıklamalarına karşı N. Kemal ve arkadaşları İbret gazetesinde uzunca bir cevap neşretmişlerdir. Makale sahibi, bir dinin kıymet ve mahiyeti yetiştirdiği adamların güzel huylara vasıl oldukları derece ile tayin olunur demiş ve ümmetin büyüklerinden ve halk tabakasından bir takımının gösterdikleri yüksek ve güzel ahlakı sayıp, döktükten sonra makale sahibi ‘Dünyada bir din terbiye ettiği insanı daha ne yapar? Hâşâ, Allah mı yapar?’ diye soruyor.” İsmail Fenni Ertuğrul, Hakikat Nurları, 313. 

[26] Prof. Dr. Muhammed A. Draz, En Mühim Mesaj Kur’ân, Trc. Prof Dr. Suat Yıldırım, Işık Yay., İzmir, 1994, 32.

[27] B. Said Nursi, Sözler, 9. baskı, Sözler Yay., İstanbul, 1989, 522.

[28] Bkz. Mu’minûn: 23: 24; En’âm: 6/8.

[29] Muattıla: ”Kıdem” mefhumunu sadece Allah’ın zatına ait görmek ve Allah’ın birliğini ispat etmek için Allah’ın sıfatlarını tâtil edenler yani onları yok sayanlar.

[30] M. Hamdi Yazır, Hak Dini, Mu’minûn: 23/24 hk., V, 3347 vd.

[31] Kasım Küfrevî, Hz. Peygamber’e Dil Uzatanlar, İstanbul, 1969, 25.

[32] İbn Hişâm, Sîre, I, 156.

[33] A’râf: 7/157, 158; Cumuâ: 62/2.

[34] M. Hamdi Yazır, Hak Dini, A’râf: 7/157 hk., IV, 2298.

[35] İbn İshâk, es-Sîre, Thk. Muhammed Hamidullah, Konya, 1981/ 1401, 53, 58; İbn Hişam, Sîre, I, 147-148, 153; Fahruddin er-Râzî, el-Erbaîn fî Usûli'd-Dîn,Thk. A. Hicâzî es-Sakâ, el-Kâhire, Dâru'l-Kulliyâti'l-Ezheriyye, 1986, II, 89.

[36] İsmail Fenni Ertuğrul, Hakikat Nurları, 2. baskı, İstanbul, Sebil Yay., 1994, 205.

[37] İsmail Fenni Ertuğrul, Hakikat Nurları, 203.

[38] Muhammed Abdul’azîm ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, el-Kâhire, el-Halebî, 1336/1918, II, 400.

[39] İbn Hişâm, Sîre, II, 169-170.

[40] İbn Hişâm, Sîre, II, 169-170.

[41] Buhârî, Ezân 128, İstiskâ 2, Cihâd 98, Edeb 110; Müslim, Mesâcid 294; Ebu Davud, Salât 216; Nesâî, Tatbik 28; İbn Mâce, İkâme 145; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 239, 255.

[42] Muhammed A. Draz, En Mühim Mesaj Kur’ân,  35.

[43] Muhammed Hamîdullâh, Kur’ân-ı Kerîm Târihi - Kur'ân-ı Kerîm’in Türkçe Terceme ve Tefsirleri Bibliyografyası (Dt. Macit Yaşaroğlu ile müşterek) Çev. M. Said Mutlu,  DİB Yay., Ankara, 1991, 29.

[44] Hz. Muhammed’in (asm) hak peygamber olduğunun en büyük delili Kur’ân olduğu gibi, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunun bir delili de zamandır. “Ne önünden ne de arkasından onu boşa çıkartacak bir söz gelmez. Çünkü o hüküm ve hikmet sahibi ve çok övülen Allâh tarafından indirilmiştir” (Fussilet: 41/42).  

[45] Prof. Abdulahad Davud, Tevrat ve İncil'e Göre Hz. Muhammed, Çev. Prof. Dr. Nusret Çam, Nil Yay., İzmir, 1992, 56.

[46] Krş. "Resûl, Rabb'inden kendisine indirilene inandı, mü'minler de. Hepsi Allâh'a, meleklerine, kitaplarına ve Peygamberlerine inandı. 'O'nun elçilerinden hiç birini diğerlerinden ayırmayız’ dediler. Ve dediler ki: 'İşittik itaat ettik! (..)" (2/285).

[47] Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fadâil 143-145; Ebû Davûd, Sünne 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 319, 406, 463.

[48] Matta, 5: 17, Kitab-ı Mukaddes şirketi, İstanbul, 1991.

[49] Şevkânî, İrşâdu's-Sikât, 184.

[50] A. Davud, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, 56.

[51] Meselâ bkz. Bakara: 2/97, 285; Âli İmrân: 3/3.

[52] Kasım Küfrevî, Hz. Peygamber’e Dil Uzatanlar, 7.

[53] Doç. Dr. Hikmet Tanyu, Yahudiliğin Kutsal Kitapları ve Esasları, İlmî İnceleme ve Tenkidi, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 1966, Cilt: XIV, Ankara, 1967, 110-114. Krş. Muhammed Hamîdullâh-Macit Yaşaroğlu, Kur’ân-ı Kerîm Târihi, 29; Prof. Dr. Günay Tümer, Birûni’ye Göre Dinler ve İslâm Dini, DİB Yay. , 204; Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Ankara, Seba Yayınları, 1997, 129.

Çıkış 20/17.

[54] Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, 129 (referanslar için aynı yere bk.).

[55] Yeremya 23/36.

[56] A. Davud, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, 205.

[57] Çıkış 20/17.

[58] Haggay 2)7; Yeremya 25-34 vb.

[59] Yeremya'nın Mersiyeleri 1/7-10; 2/4 vb.

[60] A. Davud, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, 194.

[61] Tekvin 49/10.

[62] A. Davud, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, 64.

[63] A. Dâvud, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, 70.

[64] A. Davud, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, 160.

[65] Yuhanna 1/15.

[66] A. Davud, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, 222.

[67] Muhammed Hamîdullâh, Kur’ân-ı Kerîm Târihi,  41.

[68] Muhammed Hamidullåh, Resûlullâh Muhammed, 43.

[69] A. H. Viyarthi-U. Ali, Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed, Çev. Kemal Karataş, İnsan Yay., 2. baskı, İstanbul, 1997, 12.

[70] Tirmîzî, Tefsir, Mâide sûresi bölümünde; Taberî, 5/68 tefsirinde, ha. no: 12276, IV, 647; Vâhidî, Esbâbu' Nuzûli'l-Kur'ân, 204-205.

[71] Buhârî, Cihâd 52, 61, 97, 167; Müslim, Cihâd 78-81; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 207, III, 376; IV, 281.

[72] Krş. şihâbuddîn Mahmûd el-Âlûsî, Rûhu'l-Meânî fî Tefsîri'l-Kur'âni'l'Azîm ve's-Seb'i'l-Mesânî, Beyrût, Dâru'l-Fikr, 1408/1987; M. Hamdi Yazır, Hak Dini, Tevbe, 128 hk.

[73] A. H. Viyarthi-U. Ali, Doğu Kutsal Metinleri, 36 (referanslar için aynı yere bk.).

[74] A. H. Viyarthi-U. Ali, Doğu Kutsal Metinleri, 91-92 (referanslar için aynı yere bk.).

[75] A. H. Viyarthi-U. Ali, Doğu Kutsal Metinleri, 102 (referanslar için aynı yere bk.)..

[76] M. Hamdi Yazır, Hak Di ni, Tevbe: 9/128 hk., (sadeleştirerek).