Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Multimedya Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Peygamberimizin dilinden gençlik

 

-İKİNCİ BÖLÜM-

 

Peygamber İrşadı

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gençleri ikaz ve irşadı fevkalâde etkilidir. Kendisine gelen bir gençle aralarında geçen şu konuşma, bugün modern dünyanın aşamadığı sosyal problemlere bile çözüm getirici niteliktedir:

Bir genç Peygamberimize (a.s.m.) gelerek, "Yâ Resûlâllah, bana zina yapmak çin izin ver" der. Orada bulunanlar gencin üzerine yürüyerek onu ayıplarlar ve men ederler. Hz. Peygamber, "Bana getirin" der. Yaklaşınca:

"Bu fiilin annene yapılmasını ister misin?" diye sorar.

Genç:

"Hayır, vallahi (istemem)" diye cevap verir.

Peygamberimiz:

"(Başka) insanlar da anneleri için bunu istemezler" der.

Daha sonra, "Kızın için kabul eder misin?", "Kız kardeşin için...", "Halan için...", "Teyzen için bunu ister misin?" diye sorar ve her defasında, "Vallahi hayır" cevabını alınca, Hz. Peygamber de, "Diğer insanlar da buna razı olmazlar" der.

Sonra elini gencin üzerine koyup, "Yâ Rabbi, günahlarını affet, kalbini pâk et, fercini muhafaza et" diye duâ eder. Genç ondan sonra hiçbir olumsuz eğilim göstermez. (Müsned, 5: 256)

Bu hadiste de, gerek kişiyi gerekse toplumu zinadan korumanın en önemli yolu gösteriliyor.

Özellikle fuhuşhanelerin, genelevlerin, batakhanelerin yok edilmesinin formülü bu hadiste saklı.

Özellikle seçimler öncesi dindar adaylara "Genelevleri kapatacak mısınız?" diye sorarak, genelev bekçiliğine soyunan bir basın mensubu, Urfa belediye başkanı iken İbrahim Halil Çelik'e "Genelev açacak mısın?" diye sorar.

O da "İlk müşterisi siz olursanız açarım" der.

O zaman bu mesele basına yansımış ve çirkin bulunmuştu.

Oysa hiç öyle değil. Asıl çirkinlik, onu soran kişide. Acaba gazetecinin şerefi çok kutsal da, genelevdeki kadının şerefi, namus ve haysiyeti yok mu? O insan değil mi?

İşte İslâm insanların hepsine eşit yaklaşıyor. Gerçek eşitlik, insan haysiyetine değer vermek budur.

İslâm, gençlere kendisini düşündüğü kadar kardeşini de düşünmesini öğretiyor. Nitekim bir hadiste Peygamberimiz, "Kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi mü'min kardeşinize de yapmayın" buyuruyor.

Peygamberimizin, gençliğin problemlerini çözmek için ürettiği çözümlerin neler olduğunu anlamamız için şu hadise de kulak vermemiz gerekir:

Alkame'den (r.a.): "Resûlüllah (a.s.m.) gençlerin yanına vardı ve şöyle dedi: 'Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü, evlilik gözü haramdan alıkor; iffet ve namusu muhâfaza eder. Evlenmeye gücü yetmeyen ise oruç tutsun. Çünkü (oruç), cinsî arzuyu azaltır." (Müslim, Nikâh: 1)

Gençlerin evlendirilmesi sosyal bir görevdir. Nitekim, Nur sûresinin 32. âyetinde, "İçinizden bekâr olanları ve köle ve câriyelerinizden dindar olanlarını evlendirin. Onlar fakir iseler Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir" buyrulmaktadır.

Evlilik şehvet için değil, neslin devamı içindir. Yani "abdullah" yetiştirmek, Allah'a daha çok ibâdet eden insan, Hazret-i Peygambere ümmet yetiştirmek içindir. Ancak nefsî duygu, bu vazifeyi yaptırmak için verilen cüz'î ve peşin bir ücrettir.

Maalesef, son bir asırdır toplum için çok faydalı sosyal kurumlar tahrip edildiğinden evlenmek de bir problemler yumağı hâline gelmiştir.

 Osmanlıda bir genç 15-18 yaşında evlenebiliyor, kendi işini kurabiliyordu. Sosyal hayat o derece muntazam idi.

Şimdi de toplum olarak evlenmek isteyen gençlere her bakımdan yardımcı olmak gerekir ki, bu zamanın dehşetli fitnelerinden korunabilsinler. Bu hususta güzel bir teşebbüs, Konya'da kurulan Fakir Gençleri Evlendirme Vakfıdır. Benzer kuruluşlar yurt çapında yaygınlaştırılmalıdır.

Allah, gençlerimizi, zamanımızın tüm fitnelerinden korusun.

 

Korku ve Ümit Arasındaki Genç

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ölüm döşeğinde olan bir gencin yanına girdi ve ona, "Sen kendini nasıl buluyorsun?" diye sordu. Genç, "Ben Allah' (ın affın)ı umarımYâ Resûlâllah! Ve günahlarımdan da korkarım" dedi. Bunun üzerine Resûlâllah (a.s.m.) buyurdu ki, "Bu vakitte herhangi bir kulun kalbinde bağışlanma umudu ve günah korkusu birleşince mutlaka Allah o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğu azabından emin kılar." (Neseî, Zühd: 31)

Bu hadise her ne kadar bir gencin başından geçmişse de, aynı durum her insan için geçerlidir. Fakat bu hadiseye bir gencin konu olması şu açıdan önemlidir: Gerçekten gençlik dönemi, korku ve ümitin sık sık dengesini kaybettiği bir safhadır. Genç insan, bazen öylesine ümitli olur ki, doğrudan Cennete gideceğini düşünür. Zaman olur öyle ümitsizliğe düşer ki, günahları çok fazla olduğu için affedilmeyeceğini sanır.

İşte bu hadîs, dünyası çok çabuk değişebilen gençlerimize güzel bir müjde ve uyarıdır.

Dinimiz bizleri korku ve ümit arasında olmaya teşvik eder. Yüce Rabbimiz meâlen şöyle buyurur: "De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. Öyleyse azap gelmeden önce Rabbinize dönün ve Ona teslim olun; sonra kimseden yardım göremezsiniz." (Zümer: 53-54)

Rabbimiz, Kendisine ortak koşulmasından başka tüm günahları affedebileceğini belirtmiştir. Bunun için kesinlikle ümitsiz olmamak gerekir. Çünkü Allah'ın rahmetinden ümidini kesen ancak şeytandır. Fakat ümitli olmak demek, günah işlemeye devam etmek ve nasıl olsa affedileceğinden emin olup, Allah'ın azabından korkmamak değildir.

Nitekim bu hususta Hz. Ömer (r.a.) tüm gençlerimize örnek olacak şu ölçüyü dile getirmiştir: "Eğer 'Tüm insanlar Cehenneme gidecek, sadece bir kişi Cennetlik olacak' dense, 'Acaba ben miyim' diye ümitlenirim. Şayet 'Bütün insanlar Cennete gidecek, sadece bir kişi Cehennemlik olacak' deseler, 'Acaba ben miyim' diye korkarım."

İşte böyle bir düşünce, korku ve ümit arasında olmanın zirvesidir. Yani kişi, hem Allah'ın azabından korkmalı, günahlarını düşünmeli; hem de Allah'ın rahmetinden ümitvar olmalıdır.

Dikkat edilirse böyle bir düşünce birbirinin zıddı değildir. Çünkü ele alınan korku ve ümittir. Bunların zıddı ise, "korkmamak" ve "ümitsizlik"tir. Bize tavsiye edilen, "hem korkmak hem korkmamak" veya aynı anda "ümitli ve ümitsiz olmak" dğildir. Bizden istenen, "Aşırı korkudan dolayı ümitsiz olmamak" ve "Aşırı ümitten dolayı korkusuz olmamak"tır.

Bunun için insan hem korkup hem ümitli olabilir.

Hadiste dikkat çekilen mühim bir husus da, "Ben kulumun zannı üzereyim. Beni nasıl tanırsa öyle muâmele ederim" hadîs-i kudsîsinde belirtilen gerçektir. Bu hadîs-i kudsîye göre, biz Rabbimizin rahmetini ümit edersek öyle muâmele görürüz. Ayrıca Rabbimize sû-i zan etmemeliyiz. Yani, "Ben çok günahkârım, bana mutlaka azap eder" demek, Allah'ın irâdesine karışmaktır. "Ben çok günahkârım, ama Rabbim af ve mağfiret sahibidir" diye düşünmek, günahlara tevbe edip, af dilemek gerekir.

Bir kimsenin, "Kesinlikle ben Cehennemliğim" demesi de, "Ben kesinlikle Cennetliğim" diye düşünmesi de yanlıştır, büyük günahtır. Doğrusu, şöyle düşünmektir:

"Ben çok günah işledim. Allah'ın azabından korkarım. Ama pişmanım, Rabbim affedebilir. Bu arada Allah beni bazı sevaplar işlemeye muvaffak etti. İyi amellerim de Onun ihsânıdır. Ümit ederim ki, bana lütufla muâmele eder."

"Hiç kimsenin ameli, kendisini Cennete götürmez. Beni de. Rabbimin rahmeti olmasa ben de Cennete giremem. " diyen Peygamberimiz (a.s.m.), eski asırlarda yüz kişi öldürdüğü halde samimî bir şekilde tevbe eden bir kişinin affedildiğini belirtir.

İşte korku ve ümit arasında bulunmak budur. Bir yanda Allah'ın en büyük Peygamberi, kendi ameliyle Cennete giremeyeceğini belirtiyor; diğer yanda yüz kişiyi öldüren kesin bir pişmanlıkla af dilediği için mağfiret ediliyor.

Kişinin ameline güvenmesi, "ucb" denilen mânevî bir hastalıktır ki, en az ümitsizlik kadar kötüdür.

Rabbimiz bizleri, hayatımızı hüsn-ü hâtimeyle bitirip imanla kabre girinceye kadar korku ve ümit arasında bulundursun.

 

 

Tevbe, Genç İken Yapılmalı

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

"Adâlet güzeldir, fakat idârecilerde olursa daha güzeldir. Cömertlik güzeldir, fakat zenginlerde olursa daha güzeldir. Dinde titiz olmak güzeldir, fakat âlimlerde olursa daha güzeldir. Sabır güzeldir, fakat fakirlerde olursa daha güzeldir. Tevbe güzeldir, fakat gençlerde olursa daha güzeldir. Hayâ güzeldir, fakat kadınlarda olursa daha güzeldir." (Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs)

Görüldüğü gibi, burada sayılan güzel huylar en çok kim muhtaç ise onda daha güzel olacağı belirtilmiştir. İdâreci, başkaları hakkında çok hüküm verdiğinden, adâlete herkesten daha muhtaçtır. Cömertlik zenginlerde daha güzeldir, çünkü bu huyunun gereğini yapacak imkânı vardır. Herkes dinde titiz olmalıdır. Ancak âlimler, başkalarına yol gösterdikleri ve örnek oldukları için daha fazla hassas olmalıdır. Sabır herkes için lâzımdır. Fakat fakirlik çeken birisinin günaha girmemesi için daha sabırlı olması gerekir. Tevbe herkese lâzımdır, fakat günaha girmeye en eğilimli olan gençlerde daha güzeldir. Utanma duygusu güzeldir, ancak kadınlarda olursa, güzelliklerini başkalarına göstermezler ve günahtan çekinirler.

Burada, gençlerle ilgili tevbe konusuna biraz daha ağırlık verelim.

 Her sözünde bir nur ve ümit bulunan Efendimizin (a.s.m.) bu hadîsinde de, gençler için mühim bir uyarı ve müjde vardır.

Tevbe, kişinin yaptığı günahtan dolayı pişman olmasıdır. Rabbimiz meâlen, "Ey îman edenler! Allah'a tam bir ihlâsla tevbe edin. Umulur ki Allah günahlarınızı bağışlar ve sizi altından ırmaklar akan Cennetlere koyar" (Tahrim: 8) buyurmuştur.

Tevbe, "pişmanlık" olduğu için bizzat günah işleyen kişi tarafından yapılmalıdır. Kişi, bir başkası için tevbe edemez. Ama, istiğfar edebilir. Çünkü, istiğfar Allah'tan bağışlanma istemektir ki, bir başkası için bunu isteyebiliriz.

Bağışlanma istemek için önce tevbe edilmelidir. Kişi işlediği günahtan pişman olmalıdır ki, onun bağışlanması için Allah'a yalvarabilsin.

Tevbe etmeyi teşvik eden pek çok hadis vardır. Nitekim, "Günahtan tevbe eden hiç günahı olmayan gibidir." (İbn-i Mâce, Zühd:30) meâlindeki hadîs, günahkârlar için önemli bir müjde verirken, şu hadîs meâli de, Rabbimizin tevbe eden kullarından memnun olduğunu belirtir: "Allah birinizin tevbe etmesine, o kimsenin kayıp hayvanını bulunca duyduğu sevinçten muhakkak daha çok sevinir." (İbn-i Mace, Zühd: 30)

Rabbimizin bir ismi de, "Tevvâb"dır. Yani O, tevbeleri çok kabul edendir. O kadar ki, Peygamberimiz, insanlar hiç günah işlemese dahi Rabbimizin yeni insanlar yaratıp, onlara günah işleteceğini ve tevbe ettirip bağışlayacağını söylemiştir. Çünkü, günahkârların ve tevbe edenlerin bulunması, Allah'ın Tevvâb isminin gereğidir. Kur'an'da, "Allah çok tevbe edenleri sever" meâlinde buyrulması da, tevbenin, Allah'ın sevgisine sebep olacağını ortaya koymaktadır.

Allah, "Rahmetim gazabımı geçmiştir" (Müslim, Tevbe: 4) buyurduğuna göre, Onun rahmetini celbetmek için bol bol tevbe etmemiz, af dilememiz gerekir. Peygamberimiz bile, günahsız olduğu halde, tevbe ve istiğfarın güzelliğinden dolayı, "Ben günde 70 kez tevbe ve istiğfar ederim" buyurmuştur.

Peygamberimiz (a.s.m.) Ebû Zerr'e (r.a.) şöyle buyurdu: Nerede olursan ol, Allah'tan kork ve kötülüğün peşinden hemen iyiliği yetiştir ki, onu silip yok etsin. Ayrıca insanlarla da güzel geçin." (Tirmizi, Birr: 55)

Demek ki, günahtan sonra tevbeyle birlikte hemen bir iyilik yapmak gerekir. Böylece o günah yok olur.

Bu kadar güzel olan tevbe, niçin gençlerde daha güzeldir?

Önce konuyu açıklayan iki âyet meâli verelim:

"Allah katında makbul olan tevbe, o kimsenin tevbesidir ki, onlar câhillik edip kötülük işlerler de, çok geçmeden pişman olup tevbe ederler. İşte onların tevbesini Allah kabul eder. Allah her şeyi hakkıyla bilir ve her işi hikmetle yapar. Yoksa Allah katında makbul olan tevbe, ömürleri boyunca günahları işleyip de, nihâyet her birine ölüm gelip çattığında 'Ben şimdi tevbe ettim' diyenlerin tevbesi değildir. Öyleleri için biz acı bir azap hazırladık." (Nisâ:17-18)

Görüldüğü gibi, asıl tevbe, günah denizine dalmadan, henüz ömrün baharında yapılan tevbedir. Çünkü, genç iken duygular, kabiliyetler daha temiz ve nezihtir. Genç iken tevbe eden, ömrünü güzel amellerle geçirir. Tabiî, her şeye rağmen kaç yaşında olursa olsun tevbe etmek, mutlaka güzeldir ve yapılmalıdır.

Yukarıdaki âyet ve hadisler, "Henüz gençsin. Ye iç, gül eğlen, yaşamaya bak. Bırak namazı niyazı, ihtiyarlayınca kılarsın" gibi sözlerin ne kadar anlamsız ve ahmakça olduğunu açıklamaktadır.

"Allah tevbe eden genci sever" (Câmiüssağîr: 1866) hadîsi de bizi tevbe etmeye sevk etmelidir. Allah'ın bizi sevmesinden daha büyük bir nimet olamaz.

Buna rağmen, eğer çok fazla günah işlemişsek veya ancak yaşlanınca şuurlanmışsak, yine ümitsiz olmamalıyız. Rabbimizin rahmeti geniştir. Bol bol tevbe ve istiğfar etmeli, hayır hasenatta bulunmalıyız.

Allah, gençlerimizi, henüz genç iken tevbe eden kullarından eylesin.

 

İlim Genç İken Öğrenilmeli

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) "Gençliğinde ilim öğrenen taştaki damga gibi, yaşlılığında öğrenen ise, su üzerine yazı yazan gibidir" (Keşfü-l Hafâ, 2: 66) buyurarak, gençlikte öğrenilen ilmin daha kalıcı olduğunu belirtmiştir.

Gençlikte öğrenilen ilmin kalıcı olmasını sağlayan birkaç nokta vardır.

Bunlardan birincisi, gençlik yıllarında beynin ezberleme kabiliyetinin daha güçlü olmasıdır. Bunun için ilim öğrenmek çocukluk yaşlarından itibâren başlamaktadır. Kur'an ezberleme faaliyetine de çocuk yaşlarda başlanır. Süfyan bin Uyeyne (r.a.) dört yaşında iken Kur'an'ın tamamını ezberlemiştir. Bugün de 8-9 yaşında olup hafızlığını tamamlayan çocuklar vardır.

Gençlikteki ilmi kalıcı kılan diğer bir sebep, bu dönemin zaman bakımından elverişli olmasıdır. İlim öğrenmek, dikkat, tekrar ve üzerinde yoğunlaşmayı gerektirir. Kişinin zaman bakımından en rahat olduğu dönem ise, gençlik çağıdır. Yıllar ilerledikçe iş-güç, çocuk-çoluk sahibi olunmakta, ilme ayrılan zaman azalmakta, hattâ hiçe inmektedir.

Bir başka sebep, yıllar geçtikçe beynin ilgi ve dikkat alanlarının dağılmasıdır. Gençlikte ise, ilgi alanları daha azdır. Bunun için genç ilim üzerine yoğunlaşabilir. Yaşlılıkta ise aynı yoğunluk sağlanamaz.

Belki gençler karşılaştıkları birçok problemi sıralayıp, ilim öğrenmenin önündeki engelleri mazeret olarak gösterebilirler. Ancak gençlik devresi ne kadar sıkıntılı ve problemli de olsa, ilim öğrenmek için en elverişli yıllardır.

Bununla birlikte, Peygamberimizin bize tavsiyesi, "Beşikten mezara kadar ilim öğrenmek"tir. Çünkü yine onun buyurduğu gibi, "İlim öğrenmek kadın erkek bütün Müslümanlara farzdır."

Gençlerimizi ilim öğrenmeye teşvik eden bir başka hadis de şudur:

"Bir genç ilim ve ibâdet içinde yetişir, olgunlaşırsa, Allah Kıyâmet Günü ona yetmiş iki sıddîkın sevabı kadar sevap verir." (Taberânî'nin Kebir'inden)

Gençlere çok büyük bir müjde verilen bu hadiste, ilimle ibâdet birlikte zikredilmektedir. Buradan ilim öğrenmenin tek başına yeterli olmadığını, onun tatbik edilmesi gerektiğini anlıyoruz.

Nitekim Peygamberimiz (a.s.m.), "İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesnâ. Âlimler de helâk oldu, ilmini uygulayanlar müstesnâ. Onlar da helâk oldu, ihlâslı olanlar müstesnâ. İhlâslılar da büyük bir tehlikenin üzerindedirler" buyurmuştur.

Demek ki tek başına ilim öğrenmek yetmemekte, bu ilmi ihlâsla tatbik etmek gerekmektedir.

Peygamberimiz (a.s.m.) bir başka hadislerinde, "Âlim ve ilim Cennettedir. Âlim ilmiyle amel etmeyince ilim ve amel Cennette olur; âlim ise Cehenneme gider" buyurarak, konuya dikkat çekmiştir.

Şu hadisten de, "ilmiyle amel eden kimseye Allah'ın bilmediğini de öğreteceğini" anlıyoruz:

"İlim İslâmın hayatıdır, îmanın direğidir. Bir ilmi öğrenene Allah, eksiksiz mükâfat verir. İlmi öğrenip de onunla amel eden kimseye Allah bilmediğini de öğretir."

Demek ki, öğrendiği ilmi ihlâsla tatbik eden, aynı zamanda yeni bilgileri daha kolay öğrenmiş olur.

Şüphesiz ki, "ilim öğrenme" faaliyeti, okullardaki eğitimden ibâret değildir. Okullardaki eğitim, dinî ağırlıklı olsa bile yetersizdir.

"İlim öğrenmek" ve sonuçta "âlim olmak" çok mühim ve çok zordur. Nitekim şu hadisler, "âlim" olmanın ne büyük bir makam olduğunu gösteriyor:

"Âlimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleri, benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir."

"Âlimler önderdirler. Takvâ sahipleri efendi ve reistirler. Bunlarla oturup kalkmak hayır ve iyiliği arttırmak demektir."

"Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Göktekiler onları sever. Öldüklerinde tâ Kıyâmete kadar denizdeki balıklar kendilerine Allah'tan mağfiret dilerler." (Câmiüssağîr: 5703-5704 ve 5705)

Bunlara, "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir" ve "Âlimin uykusu da ibâdettir" gibi hadisleri de eklediğimizde, "âlim" olmanın çok büyük bir makam olduğu anlaşılıyor. Nitekim Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidirler" diyerek bu yüksek rütbeye ulaşmanın pek kolay olmadığını gösteriyor.

Tabiî ki bizim hedefimiz, gücümüzün ve kabiliyetlerimizin elverdiği ölçüde çalışmak, ilmimizi arttırmak ve onunla amel etmek olmalıdır.

Hangi çağda olursa olsun, eğitim kurumları sadece ilim öğrenmenin yolunu gösterir, rehberlik eder. Yoksa bazı okullardan diploma almak ilmi hakkıyla öğrenmek değildir. Aslolan kişinin kendi gayretini de devreye sokmasıdır. Böyle bir kişi, sürekli öğrenme isteğiyle dolup taşar.

Burada önemli bir problem de hangi ilmin öğrenileceği hususudur.

Mü'minlerin öğrenebileceği ilim ikiye ayrılır. Birisi zarurî ve vazgeçilmez olan, diğeri zarurî olmayandır.

Zarurî ilim, dinin temel konularıdır. İnanç esaslarını, ibâdetlerin nasıl yapılacağını öğrenmek bunlardandır.

Diğer kısmı ise, nâfile olandır.

İlki, dini ilimleri özet olarak bilmekse, ikincisi teferruatlıca öğrenmektir.

Bir mü'min, bilhassa îmanla ilgili bilgileri çok iyi ve derinlemesine öğrenmelidir. Neye, niçin inandığını etraflıca kavramalıdır. Çünkü ilimlerin şâhı ve padişahı îman ilmidir.

Başta namaz olmak üzere ibâdetle ilgili konuları öğrenmek, nelerin helâl nelerin haram olduğunu bilmek şarttır.

Neyin sevap neyin günah olduğunu bilmeyen kişi, Allah'ın rızâsını nasıl kazanacaktır?

Kur'an okumasını öğrenmek ve belirli yerlerini ezberlemek, ilmihal bilgisi edinmek, hadis okumak ilim öğrenmenin besmelesidir. Bunların ileri kademesi ise, başta îman ilmi olmak üzere her bir dalda derinleşmektir.

İlimle amel arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için şu hadisi de aktaralım:

"Amellerin hangisi daha üstündür?" diye sorulan bir suale, Peygamberimiz (a.s.m.), şu cevabı vermiştir:

"Allah'ın isim ve sıfatlarını bildiren ilim her şeyden üstündür."

Suali soran sahabe, "Ya Resûlâllah, biz ilmin faziletini sormadık, amellerin en üstününü sorduk. Siz ise ilim diye cevap verdiniz, Peygamberimiz şöyle devam etti:

"Allah'ı bildiren ilimle birlikte olan amel, ne kadar az olursa olsun, insana fayda verir. Allah'ı tanımadan işlenmiş ameller ise insana fayda sağlamaz."

Burada unutulmaması gereken bir nokta vardır. İlimden murat, sadece dinî ilimler değildir. Dünya hayatımızla ilgili ilimler de çok mühimdir. Her bir ilim, Allah'ın isimlerinin tecellisini anlatır ve Onun bir ismine dayanır.

Bu bakımdan zarurî dinî bilgileri aldıktan sonra dünyevî ilimlerde derinleşen bir kimse de ilim öğrenme sevabı kazanmış olur. Özellikle bu çağda dünyevî ilimler çok ilerlediğinden, mü'minlerin de bu sahada dünya çapında başarılar elde etmesi gerekir. Çünkü, îmânın emrinde olan dünyevî ilimle mânânın yön verdiği madde çok mühim bir güçtür.

Konumuzu şu hadisle bağlayalım:

"Allah'tan faydalı ilim isteyiniz. Faydasız ilimden de Allah'a sığınınız." (Câmiüssağîr:4702)

 

Uyarı ve Müjde

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Bir genç yaşlı bir insana yaşlılığından dolayı ikramda bulunursa, yaşlandığı zaman kendisine ikramda bulunacak bir kimseyi Allah ona musahhar kılar" (Tirmizi, Birr: 75) buyurmaktadır.

Birçok hadîsinde, anne-babaya ve yakın akrabaya itaat ve ikramı emreden Peygamberimiz (a.s.m.), burada tüm yaşlılara ikramda bulunmayı emretmektedir. Bir gencin böyle bir ikramı, sadece âhirette mükâfatlandırılmakla kalmayacak, dünyada da faydasını gösterecektir. Gerçekten de, büyüklerine hürmet eden bir gencin yaşlandığında hürmet gördüğü, darb-ı mesel hâline gelmiştir.

"İkramda bulunmak" sadece maddî anlamda değildir. Yaşlıların işlerine yardımcı olmak, onlara tatlı dil güler yüz göstermek, otobüslerde yer vermek de bir nevi ikramdır. Asr-ı Saâdette yaşanan şu hâdise, bu hususa güzel bir nümunedir:

Resûlüllah (a.s.m.) ile görüşmek isteyen yaşlı bir adam geldi ve cemaat ona yer açmayı geciktirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Küçüğümüze şefkat, büyüğümüze saygı göstermeyen bizden değildir" dedi. (Tirmizi, Birr: 15)

Görüldüğü gibi, yaşlılara yer vermek de, itaat ve ikramın bir çeşididir. Hadiste geçen, "Bizden değildir" ifâdesi, her genci titretecek bir uyarıdır. Bütün mü'minler, Peygamber Efendimize (a.s.m.) lâyık bir ümmet olabilmek için can atar, bu gaye için çırpınır. Yüce Efendimizin, "kendisinden saymadığı" gruba girmeyi hiçbir genç istemez. O halde büyüklere hürmet ve küçüklere şefkat ederek, onun "biz" dediği ümmete dâhil olmalıyız.

Yaşlıların duâsını almak, hem dünyada, hem âhirette faydalı olacak bir hazinedir. Her fırsatta onlara yardımcı olmak, gönüllerini almak gerekir. Çünkü, gençlikteki güç ve kudret, Allah tarafından verilmiş bir nimettir. Yaşlılar da bir zamanlar gençti. Gençler de bir gün gelecek yaşlanacak. Bir gencin içinde bulunduğu nimetten gaflete düşüp geleceğini düşünmeden yaşlılara hürmet etmemesi, hattâ onları üzmesi büyük bir hatâdır.

Amr bin Humk (r.a.) başından geçen şöyle bir hadise anlatıyor:

"Ben Resul-i Ekreme (a.s.m.) bir bardak süt ikram etmiştim. Onu içti, sonra da bana: 'Allah'ım! Bunun gençlik nimetini devamlı kıl' diye duâ buyurdu."

Gerçekten de, Hazret-i Amr, 80 seneye yakın yaşadı. Bu süre zarfında gençliğini korudu. Vücudunda tek bir beyaz kıl bile görülmedi. (Ebû Nuaym; İbn-i Asâkir)

"Şayet Allah'tan korkan gençleriniz, ciğeri yaş hayvanlarınız, beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı belâlar üzerinize sel gibi yağacaktı" (Kenzü'l-Ummal, 9:167; Keşfü'l-Hafa) hadîsinde zikredilen "belâları def eden" üç gruptan birisi de, "ihtiyarlar"dır. Bu bakımdan onlar, gençliklerinde yaptıklarıyla bizim velînimetlerimiz oldukları gibi, ihtiyarladıklarında da şefkat-i İlâhiyeyi celbederek, bize gelebilecek belâları engellemektedirler.

Hem dünyada, hem âhirette musibetlerin def edilmesine ve mutlu olmamıza vesile olan yaşlılara, hürmet ve ikramda kusur etmemek gerekir.

 

Kıyâmet Günü Gölgelenecek Gençler

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

"Yedi kimseyi Allah-ü Teâlâ kendi gölgesinden başka gölgenin olmadığı (kıyâmet) gününde kendi gölgesinde gölgelendirecektir: Adâletli devlet reisi, Rabbine ibâdet yolunda serpilip büyüyen genç, gönlü mescidlere bağlı kimse, Allah yolunda birbirini sevip buluşan ve bu yolda ayrılan iki kimseden her biri, makam sahibi güzel bir kadın onu istediğinde, 'Ben Allah'tan korkarım' diyerek (o günahı işlemeyen adam), sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek kadar (gösterişsiz) gizli sadaka veren adam, tenhada Allah'ı zikredip de gözü dolup taşan kişidir." (Buhârî, Muhâbirîn: 4)

Bu hadiste her ne kadar bütün insanların alabileceği hisse ve dersler varsa da, özellikle gençleri ilgilendiren bölümlerin olduğu açıktır.

Öncelikle burada söz konusu edilen kıyâmet günü üzerinde kısaca durmak gerekir. Bu öyle bir gündür ki, o gün insanlar kendi nefislerinden başka kimseyi düşünemezler. O gün Peygamber Efendimiz (a.s.m.) dışında bütün insanlar, "Nefsim nefsim" diyecek, kişi belki yardım isterler diye annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacaktır. Güneşin bir mil aşağı ineceği o gün, en çok ihtiyaç duyulacak şey "gölge"dir. İşte hadiste, o dehşetli günde kimlerin gölgelendirileceği belirtilmektedir.

Gençler burada sayılan 7 sınıftan hepsine girebilirler. Gerçi "devlet başkanı" olmak herkesin elinde olmayan, ancak milyonlarca insandan birisine nasip olan fırsat ve sorumluluktur. Ancak "devlet başkanı" ifâdesinden, "yönetim, yetki ve sorumluluk" sahibi herkesi anlayabiliriz. Böyle olunca birinci gruba adâletli birçok genç girebilir.

İkinci grup, "Rabbine ibâdet yolunda büyüyüp serpilen gençtir" ki, bu gruba girmek her gencin elindedir. Nefsini günahlardan koruyan, bilhassa zamanın fitne ve fesâdından kaçınan, hevâ ve hevesine uymayıp, gençliğini Allah yolunda ve Ona ibâdette geçiren genç, bu büyük müjdeye nâil olacaktır.

Yine bir hadiste şöyle buyrulur: "Küçüklüğünden beri Allah'a çokca kulluk eden gencin, yaşı ilerledikten sonra çokca kulluk etmeye başlayan ihtiyara üstünlüğü, peygamberlerin diğer insanlara üstünlüğü gibidir." (Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs)

Burada kâinattan daha büyük bir müjde, bütün dünya zevklerine bedel bir mutluluk, her günümüz çileyle geçse yine değecek bir başarı vardır. Bu hadîs, "Allah'a ibâdet yolunda büyüyüp serpilmenin" ne paha biçilmez bir servet, ne imrenilecek bir makam olduğunu göstermektedir.

Üçüncü grup, "gönlü mescidlere bağlı kimse"dir. Eğer gençlerimiz, gerek kendilerinden gerekse dışarıdan kaynaklanan her engeli aşarak, namazlarını kılar, bilhassa cemaatle namaza devam ederlerse, bu güzel müjdeye ulaşmanın bahtiyarlığını şimdiden hissedebilirler. Gönlü mescidlere bağlı olan genç, hem huzurlu ibâdet eder, hem cemaat şuurunu, birlik ve bareberlik gerçeğini anlamış olur. Elbette buradaki mescidlerden kasıt birinci derecede câmilerdir. Ancak bulunduğu yer ve imkân nisbetinde, "Allah'a cemaatle ibâdet edilen her yer" bu kavram içine girebilir.

Dördüncü grup, "Allah yolunda birbirini sevip buluşan ve bu yolda ayrılan iki kimseden her biri"dir. Gençler bu gruba rahatlıkla dâhil olabilirler. Çünkü, gerçek arkadaşlık, diğergamlık, samimiyet, fedâkârlık, feragat özellikle gençlik döneminde zirveye ulaşır. İşte hangi genç, "Allah yolunda", yani İslâmın ilerlemesi ve Kur'an'ın hâkim olması için bir veya birkaç arkadaşıyla buluşur, çalışır, hizmet ederse, bu müjdenin mutluluğuna erer. Özellikle, îman ve Kur'an hizmeti yolunda her hafta, belki her gün biraraya gelen gençler, bu müjdeyi hak eden bahtiyarlardır.

Beşinci grup, "makam sahibi güzel bir kadın onu istediğinde, 'Ben Allah'tan korkarım' diyerek o günahı işlemeyen adam"dır ki, bu dehşetli imtihana en çok muhatap olan kesim gençlerdir. Özellikle bu asırda, bu tür imtihanla karşılaşmak her zaman mümkündür. Rabbim böyle bir imtihanla karşılaşan her genci korusun ve nefsini yenip başarılı olmasını nasip etsin.

Altıncı grup, "sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek kadar gösterişsiz gizli sadaka veren adam"dır. Gençlerimizin bu gruba girmeleri de mümkün ve kolaydır. Sadaka, bir mü'mine herhangi bir şekilde faydalı olmak, yardım etmektir. Bu, mal ile olabileceği gibi, fiil ile, davranış ile, ilim ile de olabilir. Bir tebessüm etmek, hâl hatır sormak, derdini paylaşmak da bir sadakadır. En mükemmel sadaka ise, sahip olduğumuz îman ve İslâm bilgisini muhtaç bir kardeşimize aktarmaktır.

Yedinci grup, "tenhada Allah'ı zikredip de gözü dolup taşan kişi"dir. Gençlerimiz bu gruba girmek için günahlara tevbe ve istiğfar edip, Allah'a el açmalı, gözyaşı dökmelidir.

Böylece hadiste sayılan 7 grubun tüm özelliklerini gösterip, âdetâ Allah'ın gölgesinde gölgelenmeye 7 derece nâil olmak imkânı elimizde vardır.

İşte o zaman gençliğimizi Allah yolunda ebedîleştirip, Cennete girerek şu hadislerde belirtilen sırra erişiriz:

"Bir dellâl, 'Gerçekten sizin için sıhhat vardır, artık ebediyyen hasta olmayacaksınız, sizin için hayat vardır, ebediyyen ölmeyeceksiniz. Sizin için gençlik vardır, ihtiyarlamayacaksınız. Sizin için nimetlenmek vardır, fakirleşmeyeceksiniz, diye nidâ edecektir." (Müslim, Cennet: 22)

"Cennete giren nimet görür fakirlik görmez, elbisesi eskimez, gençliği de tükenmez." (Müslim, Cennet: 8)

Önsöz 1 2 3 4 5 6 Sonsöz