Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Multimedya Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Peygamberimizin dilinden gençlik

 

-BEŞİNCİ BÖLÜM-

 

Gençlik ve Tesettür

Tesettür, gençliğimizin üzerinde ehemmiyetle durması gereken bir husustur.

Tesettür, yani avret yerlerini örterek gösterilmesi yasak olan kimselerden gizlemek, kadın-erkek bütün mü'minlere farzdır. Başkalarına gösterilmesi yasak olan yerlerini örtüp gizlememek, haramdır, büyük günahtır.

Ancak kadın ve erkeğin örtmesi gereken yerler farklıdır.

Erkekler için tesettür, dizleri ve göbekleri arasıyla sınırlıdır. Bunun dışında kalan bölgeleri açmalarında bir sakınca yoktur. Ancak giyimde edebe uygun olan, yaygın ve yerleşik usûle aykırı davranmamaktır. Bunun için sadece göbek ve dizler arasını kapatıp diğer bölümleri açıkta bırakan yaygın bir giyim şekli yoktur. Bu, sadece hamam ve benzeri yerlerde zaruretten kaynaklanmaktadır. Yaygın usûle göre erkeklerin giydiği elbiselerde kol, ayak ve başın dışında açık bir yer yoktur. Ne gariptir ki, asıl örtünmesi gereken kadın olduğu halde, bütün dünyada en kapalı giyinenler erkeklerdir.

Kadın için örtmesi gerekli olan yerler, el, yüz ve ayakları dışında kalan bütün vücududur. Ayrıca kadının vücut hatlarını belli eden dar bir elbiseyle örtünmesi câiz değildir. Çekici olmayan, bol bir elbise giymelidir.

Niçin tesettür bilhassa gençlik döneminde önemlidir?

Çünkü, gençlerin hızlı, hareketli ve gösterişi seven bir yapısı vardır. Gençler daha serbest hareket etmek, güzelliklerini göstermek, kurallarla kendilerini bağlamamak isterler.

Yaşlılık döneminde birçok kadının örtündüğü görülür. Çünkü gençlikten kaynaklanan duyguları zayıflamış, açılıp saçılmaya karşı bir istek kalmamıştır.

Ayrıca gençlik döneminde örtünmeye dikkat ederek, bu disiplini kendisine rehber eden bir genç kız, yaşı ilerledikçe çok rahat eder. Yoksa baştan kararlı olmayanlar ilerleyen yaşlarında da tesettüre gereken hassasiyeti ve ciddiyeti gösteremeyebilirler.

Tesettürün ehemmiyetini anlamak için iki âyet meâli verelim:

"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların hür ve iffetli hanımlar olarak tanınmaları ve eziyete uğramamaları için daha uygundur. Allah ise, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Ahzab: 59)

"Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar. Zînetlerini ise görünmesi zarurî olan kısımlar müstesnâ, açığa vurmasınlar. Başörtülerini de yakalarının üzerini kapatacak şekilde iyice örtsünler. Kocalarından, babalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kardeşlerinden, kardeşlerinin oğullarından, kızkardeşlerinin oğullarından, mü'min kadınlardan, câriyelerden, cinsî iktidarı olmayan hizmetçilerinden ve şehvet çağına gelmemiş çocuklardan başkasına zînet yerini göstermesinler. Gizledikleri zînetleri belli olsun diye ayaklarını yere vurmasınlar. Hepiniz Allah'a tevbe edin, ey mü'minler, tâ ki kurtuluşa eresiniz." (Nûr: 31)

Görüldüğü gibi ikinci âyette, "kimlere karşı tesettürlü bulunmak gerektiğini" belirtmek için çoğunluğu yakın akrabalardan oluşan uzun bir liste verilmektedir. Bunun anlamı, bu listede adı geçen kimseler karşısında açık-saçık bulunulabilir, demek değildir. Onların karşısında da, -diğerleri kadar olmasa da- edeb ve hayaya uygun bir kıyâfetle bulunmak gerekir.

Yüce Peygamberimiz de (a.s.m) tesettür hakkında şöyle buyurur:

"Allah çok hayâlı ve çok ayıp örtücüdür. Hayâyı ve örtünmeyi sever. Öyle ise biriniz yıkandığında avret yerini örtsün." (Ebû Davud, Hammam: 1; Vitr: 23)

Örtünmek, mâdem ki Rabbimizin kesin emridir ve Allah örtünenleri sevmektedir; bu hususta çok büyük gayret sarfetmemiz gerekir.

Tesettür, her ne kadar herkese farz ise de, genç kızlarımızı daha fazla ilgilendirmektedir. Genç kızlarımız tesettür konusuna büyük ehemmiyet vermelidirler. Çünkü, tesettüre uyan genç kardeşimiz, hem günahtan korunmuş, hem de iki kat sevap kazanmış olacaktır.

Birinci sevap, Allah'ın kesin emrine uyduğu içindir.

İkinci sevap ise, birçok konuda olduğu gibi bilhassa tesettürün ihmal edildiği bu âhir zamanda ona dört elle sarılması, onu lisan-ı hâliyle ders verip ilân etmesidir. Tesettüre uyan bir bacımız, hem örtüye karşı çıkanlara bir set oluşturmakta, hem de örtünen veya örtünmek isteyen kardeşlerimize cesaret vermektedir.

Örtünen kardeşimiz, kendisini kötü bakışlardan da korumuş olmakta, âdetâ örtüsü onun için bir kale olmaktadır. Zaten örtülü bir kimse lisân-ı hâliyle her türlü kötü niyeti reddettiği için çevresinden de saygı görür.

Eğer örtülüysek daha bir önem vermeliyiz. Henüz örtünmemişsek, kısa zamanda önemli bir karar vererek Allah'ın ve Resûlünün (a.s.m.) emrine uymalıyız.

Bu konuda eğer âilemizin ve çevremizin tepkisi olursa, sabırla göğüsleyelim. Onları rencide etmeyelim, ama inandıklarımızdan da tâviz vermeyelim. Eğer örtümüzden dolayı bizi ayıplayan, itip kakan olursa, aldırmayalım.

Çünkü, kabre yalnız gireceğiz. Bütün insanların korkup birbirinden kaçacağı haşir meydanında amellerimizle başbaşa kalacağız. Bize îmânımızdan ve hayırlı amellerimizden başka kimse yardım etmeyecek.

Önemli bir mesele de, tesettürün nasıl yapılacağıdır. Bu hususta, vücut hatlarını belli etmeyen geniş bir elbise, pardesü, manto ve başörtüsü kullanılmalıdır. Tesettür şartlarını yerine getirdikten sonra ne giyilirse giyilsin yeterlidir. Çarşaf veya pardesü giyen kardeşlerimizin birbirlerini rencide etmesi büyük yanlıştır. Bu hususta birbirimize hazımlı olmak, bunu tartışma konusu yapmamak gerekir.

Çünkü, çok daha önemli vazifelerimiz var.

 

 

Gençlik ve Spor

Spor, gençliğimizin ilgi alanları içinde çok mühim bir yer tutuyor. Sporun tabiatında bulunan "hareketlilik, duygu, heyecan, merak, güç, yarış, dinamizm" gibi özellikler gençlik döneminde zirvededir. Bu yüzden sporun uygulayıcıları ve izleyicileri arasında gençler ezici bir üstünlüğe sahiptirler.

Peygamberimizi (as.m.) örnek alan gençlerin, dinimizin sporla ilgili hükümlerini bilmeleri gerekir.

Yüce Efendimiz (a.s.m.) zamanında en gözde sporlar güreşmek, atıcılık ve hayvan yarışı idi.

Peygamberimiz (a.s.m.) deve yarıştırmış, güreşen gençleri seyretmiş ve ok atıcılığını teşvik etmiştir.

"Eğlendiğiniz şeylerin en hayırlısı atıcılıktır" (Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs), "Ok atmaya dört elle sarılınız. Çünkü bu oyunlarınızın en hayırlısıdır" (Taberânî, Evsaf) meâlindeki hadisler, özellikle o zamanki savaşlarda atıcılık önemli olduğu için dikkat çekmektedir.

Peygamberimiz (a.s.m.) torunları Hz. Hasan ve Hüseyin'i güreştirmiştir. Bir gün iki torununun güreşmesini tebessümle seyrediyordu. Hz. Hasan'ı gayrete getirmek için, "Ha gayret Hasan! Göreyim seni yakala Hüseyin'i" diyordu. Hz. Ali (r.a.) de oradaydı. "Yâ Resulâllah, siz Hüseyin'i kayırmalı değil misiniz? Çünkü Hasan daha büyük" dedi. Peygamberimiz (a.s.m.), "Baksana, Cebrâil de Hüseyin'e, 'Ha gayret Hüseyin, göreyim seni' diyor" buyurdu.

Peygamberimiz (a.s.m.) ayrıca, "Erkek çocuklara yüzmeyi ve ok atmayı, kız çocuklarınıza da ip eğirmeyi öğretin" buyurarak, yüzmenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

Yukarıda andığımız spor dalları, hem insan vücudunun gelişip güçlenmesine hizmet eder, hem de savaş esnâsında insana lâzım olur. İyi güreşmesini bilen, ata ve deveye iyi ve hızlı binen, ok atışı isabetli olan kimseler, elbette çok daha iyi savaşırlar.

Bunlar bir bakıma savaş eğitimi gibi bir hedef gütmekte, boş ve geçici bir eğlenmeden ziyade mühim bir gayeye hizmet etmektedir.

Nitekim gençlerin güreştiğini gören Peygamberimiz (a.s.m.) "asıl pehlivanın nefsini ve öfkesini yenen kişi olduğunu" belirterek, spor yaparken ebedî bir gerçeğin akıldan çıkarılmaması gerektiğini ihtar etmiştir.

Hadîs ölçüsüyle günümüzdeki spora bakarken, öncelikle spor çeşitlerini anmalıyız. Bugünkü spor çeşitlerini, "futbol, voleybol, basketbol, güreş, boks, atletizm, halter, yüzme, atıcılık" şeklinde özetleyebiliriz. Bunlar en belli başlılarıdır. Elbette daha az yapılan spor dalları da vardır.

Bu arada çok yaygın bir söylentiye de işâret etmek gerekir. Futbol topunun Hz. Hüseyin Efendimizin (r.a.) başını temsil ettiği şeklindeki iddialar uydurmadır ve gerçekle bir ilgisi yoktur.

Tüm spor çeşitlerine karşı uygulayabileceğimiz temel kurallar şunlar olmalıdır:

Spor dalı özü itibâriyle ve uygulanışı sırasında dinimizin kurallarıyla çelişmemelidir. Söz gelişi, insan canına ve organlarına kast eden sporlar tasvip edilemez. Ayrıca spor esnâsında kadın erkek arasındaki mahremiyete uyulmalı, tesettür emri yerine getirilmelidir.

Spor müsabakası sonunda kumar türü bir maddî menfaat olmamalıdır. Tarafların dışındaki bir kurumun verdiği ödül ise kumar değildir.

Spor yapmak, başta namaz olmak üzere farz ibâdetlerimize engel olmamalıdır. Eğer ibâdet ihmal ediliyorsa bu apaçık bir haramdır.

Spor yapmak, kavgaya ve düşmanlığa değil, tanışmaya ve kaynaşmaya vesile olmalıdır.

Yaptığımız hiçbir spor türü, zarurî hizmetlerimizi ve işlerimizi engelleyecek kadar zamanımızı almamalıdır. Çünkü, her şeyde olduğu gibi bunda da israf haramdır. Ancak bu durum, mesleği spor olmayanlar için geçerlidir. Eğer bir kimsenin birinci uğraş alanı spor ise, elbette o zamanının büyük bir kısmını spor çalışmalarına verecektir. Ancak o da, ilim öğrenmekten, imanî tefekkürden ve farz ibâdetlerinden vazgeçmemelidir.

Böyle bir kimsenin spor adına yaptıkları da dinî bir hizmet olabilir. Çünkü, sportif müsabakalarda önde olmak, temsil ettiğimiz din ve kültürün tanınmasına ve sevilmesine sebep olur. İlim, san'at, sanayi gibi spor da bir mesaj aracıdır. Hayatını İslâma göre düzenleyen bir sporcu başarılı olursa, geniş kitlelerin sempatisini kazanacaktır. Bu da temsil ettiği inanç ve hayat tarzının geniş kesimlere duyurulmasını ve benimsenmesini netice verecektir. Belki bu şekilde, hâlis niyetini korumak şartıyla büyük bir âlim kadar dine hizmet edebilir.

Başta futbol olmak üzere spor karşılaşmalarıyla ilgilenmek de fazla zamanımızı almamalıdır. Bu hususta herkes kendine göre bir denge tutturmalıdır. Hem ebedî gayelerimize uygun, hem de sporla ilgili merakı giderecek orta bir yol bulunmalıdır. Elbette bunun ölçüsü, herkes için aynı olmaz. Hadiseye esnek bakmak gerekir. Kendisini ulvî gayelerin gerçekleşmesine vermiş öyle insanlar vardır ki, hiçbir sportif karşılaşmayla ilgilenmez. Kimileri de biraz fazla ilgi ve merak duyarlar. Katı kurallar tasvip edilemeyeceği gibi, önemli işlerimizi bırakıp maç hastası olmak da uygun görülemez.

Bununla birlikte, belirttiğimiz kurallara uygun olmak şartıyla gençlerimizin spor dallarıyla bizzat uğraşmalarında fayda vardır. Böylece hem meşrû bir eğlenceyle uğraşılmış, hem vücudun sağlığına hizmet edilmiş olur.

 

Gençlik ve Aşk

Aşk, "şiddetli sevgi" demektir.

Aşk, bir şeyi aşırı derece sevmek, ona tutulmak, onsuz yapamamak, hep onu düşünmek, onunla gülmek, onunla ağlamak, ancak onunla sevinip üzülmek, onsuz mutlu olamamaktır.

Aşk hakkında söylenecek o kadar çok şey vardır ki, bu hususta derli toplu bilgi edinebilmek için "Gençlik ve Aşk" isimli kitabımızı tavsiye ediyoruz.

Ancak biz burada konuyu özetlemeye çalışacağız.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, âşık olunabilen varlıklar çoktur. Allah (c.c.), Peygamberimiz (a.s.m.), Allah dostları, anne, baba, evlât, hayat arkadaşı diye başladığımız listeyi uzatabiliriz.

Fakat biz burada gençliğimizi daha çok ilgilendiren "karşı cinsle duygusal ilişki" konusu üzerinde durmak istiyoruz.

Çağımız, dünya tarihinde emsâli görülmemiş bir dönem yaşıyor. Belki bin yılda meydana gelen olaylar bir günde olup bitiyor. Asrımızın çekici fitneleri, tuzakları, imtihan sebepleri o kadar fazla ki, gençlerimizin çok uyanık ve şuurlu olmaları gerekiyor.

Gençlerimizi Allah'tan ve dinden uzaklaştırmak için kullanılan tuzakların en birincisi, "kadın fitnesi"dir. Tabiî buradaki fitneyi "imtihan vesilesi" anlamında kullanıyoruz.

O kadar ki, kadını çekici kılmak için yapılabilecek ne varsa hepsi uygulanıyor. Müzik, spor, eğlence, moda, medya, reklâm ve san'at dünyasının en önemli faaliyetleri "kadın" etrafında odaklaşıyor.

Üstelik kadının ulvî duyguları ve çok değerli iç dünyası yerine, sadece "cinsellik" yönü nazara veriliyor.

Gazete, dergi, TV, sinema başta olmak üzere her vesileyle şiddetli bir teşvik ve tahrik altında tutulan gençlerimizin çoğunluğu, büyük bir sıkıntı ve bocalama yaşıyor.

Yoğun bir kampanyayla birbirlerinin özellikle cinsel yönüne özendirilen karşı cinsler, ağır bir baskı altında kalıyorlar. Zaten cinsler açısından karma bir sosyal hayat yaşandığından, problem katmerleşiyor.

Okulda, işte, çarşıda, pazarda hep karşı cinsle karşılaşan gençler, iç içe problemlerle yüz yüze geliyorlar.

Gençlerimiz taştan ve demirden değil ki, bunca baskı ve tahrik karşısında ilgisiz kalabilsinler. Üstelik cinsel istekler bakımından en güçlü ve en yoğun dönemlerini yaşıyorlar.

Ancak bir tarafta da dinî inanışlar, ahlâkî kurallar, toplumun değer yargıları, âdetler, gelenek görenekler var.

Dünyanın hiçbir yerinde kız-erkek ilişkileri sınırsız bir özgürlüğe sahip değil. Az veya çok her yerde "engeller" var.

İşte asıl problem burada başlıyor.

Bir tarafta inandığı, istemese de uymak zorunda olduğu veya aşmayı başaramadığı kurallar... Diğer tarafta çevresindeki şiddetli teşvikler, içindeki güçlü istekler...

Evet, problem çok büyük.

Ama, ümitsiz olmaya gerek yok. Çünkü, her derdimize çözüm getiren dinimiz bu konuda da bize ışık tutuyor. Her derdimize derman olan Kur'an ve Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bu hususta da bizi aydınlatıyor.

Üstelik hiçbir çelişkiye, mutsuzluğa gerek kalmadan hem dinî inançlarımızı korumayı, hem de içimizdeki duyguları tatmin etmenin yollarını gösteriyor.

Dinimiz, öncelikle şunu söylüyor: "Sen senin olmadığın gibi, duyguların da senin değildir. Kime âitse onun çizdiği çerçeveye göre hareket et."

Evet, biz bize âit değiliz. Biz her şeyimizle bizi yoktan yaratan Rabbimize âitiz. O bizi yoktan yaratıp, en güzel sûreti verdi. Uçsuz bucaksız kâinatı güzelliklerle donattı. Bize hem sevgiyi verdi, hem seveceğimiz varlıkları yarattı.

O halde bu sevginin ilk sarfedileceği yer, bizzat bize bu duyguyu veren Allah'tır. O bizi yaratmasaydı, sevgiyi ve sevdiklerimizi tanıyamazdık. Çünkü sevdiklerimizdeki güzellik, mükemmellik, hoşluk; Onun güzelliğinden, Onun kemâlinden, Onun letâfetinden gelmektedir. O, her şeyi güzelleştiren güzeller güzelidir.

Şu halde başta Onu ve Onun Sevgili Resûlünü (a.s.m.) ve Onun sevdiklerini sevmemiz gerekir.

Eğer Onu seversek, Onun rızâsını kazanmaya çalışırız. Rızâsını kazanmak için Onun emirlerini tutar, yasaklarından kaçarız.

O zaman her konuda olduğu gibi, "sevgi ve aşk" konusunda da Allah'ın bizim için hayırlı gördüğü emir ve yasaklara uyarız.

Onun "Sev" dediğini sever, "Sevme" dediğini sevmeyiz.

İşte Allah'ı ve Peygamberi (a.s.m.) sevmek, İslâmı bilmek, yaratılış gayemize uygun bir şekilde yaşamaya çalışmak, bizi cinsel yönden gelen şiddetli teşviklere karşı güçlü edecektir. Belki bütün dünyamızı kapladığını zannettiğimiz bir duygunun, her şeyi halletmediğini, sadece değeri nisbetinde bir önemi olduğunu öğretecektir.

Böylece gerçekleri daha iyi öğrenmek mümkün olacaktır. Duygu yerine akıl, hayal yerine gerçek, nefis yerine kalp hâkim olacaktır.

Seven genç, her şeyin sevgilisinden ibâret olduğunu düşünür. Sevdiği her şeyin merkezindedir. Hayat, sevgi, mutluluk, huzur onun etrafında dönmekte, diğer varlıklar sanki ona hizmet etmektedir. Sanki ondan ayrılsa dünya duracak, hayat bitecek, kıyâmet kopacaktır.

Hayır! Gerçek, hiç de öyle değildir. Hayatta ondan başka, hattâ ondan değerli çok güzellik, mutluluk, huzur vardır. O olmayınca hayat bitmez. Dünya dönmeye devam eder, yağmur yine yağar, kuşlar yine öter.

İşte duygularını îman ve İslâmla doyuran bir genç, her şeyden önce bu gerçeği görür. Her şeyin hakkını verir. "Sevgili"nin "her şey" olmadığı gibi, "hiçbir şey" de olmadığını bilir. Onun meşrû dâirede olmak kaydıyla kıymeti nisbetinde bir değeri olduğuna inanır.

Bu gerçekleri bilmeyen veya bildiği halde uygulamayan bir genç ise, karşı cinsten birisine âşık olur. Henüz çok gençtir. Evlenecek yaşa gelmesine 5-10 sene vardır. Henüz okulu bitmemiş, iş yeri kurmamıştır. Sevdiğini doğru dürüst tanımamıştır bile. Sadece bir hevesle yola çıkmıştır.

Bu durumda problemlerin cenderesi içinde bulur kendini. Üstelik Allah'ın izin vermediği böyle bir sevgide, üç önemli azap vardır. Bediüzzaman Hazretlerinin deyimiyle bunlar, "ayrılık, kıskançlık ve karşılık görmeme" acılarıdır.

Seven bir genç sevdiğinden hiç ayrılmak istemez. Ancak bu mümkün değildir. Hattâ bazen çeşitli engellerden dolayı tamamen ayrılırlar. Zaten böyle sevenlerin yüzde 95'i sevdiğiyle evlenemez. Sonunda büyük bir acı ve ızdırap vardır.

Üstelik sevdiğini herkesten kıskanır. Evli değildir ki onu koruyabilsin. Acaba şimdi nerededir, ne haldedir diye ruhu azap içinde kalır.

Ve asıl problem "karşılık görmeme"dir. Bu durum bazen ilk başta ortaya çıkar. Bir taraf deli divane olur, ancak karşı taraf oralı bile değildir. Öyle ya, gönül bu, sevmeyebilir. Ancak seven taraf onsuz olamayacağını kafaya koymuştur. Ruhu azap içinde kalır.

Sevgisine karşılık görse bile, yetersiz olduğuna inanır kimisi. Sürekli sevgilisini suçlar. Vefâsızlığını, yeteri kadar sevmediğini söyler.

Karşılık görmemek yıllar sonra da ortaya çıkabilir. Birbirini çok seven taraflardan birisi, bir gün aşkını bitirebilir. Hangi sebeple olursa olsun, artık bunu sürdüremeyeceğini söyler. Bu bazen iki tarafın akrabaları veya çevre baskısı yüzünden gerçekleşir.

İşte bu üç problem gençlerimizi huzursuz eder. Her günü ızdırapla, gözyaşıyla geçer. Acısını dindirmek için o güne kadar hiç yapmadığı şeyleri yapmaya başlar. Hatta imanı zayıfsa içkiye, uyuşturucuya dadanır. Artık onun dostları dertli şarkılar ve gözyaşıdır. Hiç kimse onu anlamamakta, onu dinlememektedir. Dünyanın en dertli insanı odur.

Bundan dolayı okulunu, işini bırakan veya başarısını yitiren gençler olduğu gibi, işi intihara kadar götürenler vardır.

Âşık olup evlenen gençlerden büyük bir bölümü de mutsuzdur. Çünkü, "aşkın gözü kördür." Birbirlerinin eksiklerini ve hatalarını görmezler. Sevgilisinin, "dünyanın en mükemmel insanı" olduğuna inanırlar. Oysa her insan gibi sevdiğinin de kusuru ve eksiği vardır. Ancak bunu evlenince görebilir. Bunlar hayatın diğer problemleriyle de birleşince tartışmalar, kavgalar başlar. Yapılan istatistiklere göre, boşanma oranı en yüksek olan evlilik, geleceklerini hayal üstüne kuran gençlerde görülmektedir. Sonuç ya mutsuzluk ya da ayrılıktır.

Bu hususta en doğrusu, dinimizin getirdiği ölçülere uymaktır. Dünyanın huzuru, mutluluğu ve rahatı buna bağlıdır.

Dinimiz, aralarında nikâh bulunmayan iki karşı cinsin, cinsel duygulara dayalı ilişkilerine belirli sınırlamalar getirmiştir. Bu konudaki âyet ve hadisler daha önceki bölümlerde geçmiştir.

Evlenme düşüncesi bulunmadan girişilen ilişkilerin her safhası, günah ve kederle doludur.

Ancak burada şöyle bir problem var.

Diyelim ki genç bir kardeşimiz hayatını İslâmiyete göre düzenledi. Allah'ın emirlerine uyuyor, yasaklarından kaçıyor, namazını hiç aksatmıyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz yoğun problem bunun da başında. Elinden geldiğince tuzağa düşmemeye çalışıyor. Ne var ki, bir anlık gafleti veya iyi niyeti sonucu, karşı cinsten birisine gönlünü verebiliyor.

Bu durumda ne yapacaktır?

Burada en birinci kural şudur:

Allah'ın ve Resulünün (a.s.m.) yasakladığı bir şeyi, hiçbir düşünce meşrû kılamaz.

Bu bakımdan şu şartları uygulamalıyız:

1- Niyetimiz mutlaka hâlis olmalıdır. Hedefte nikâhla hayatımızı birleştirmek düşüncesi bulunmalıdır.

2- Nikâha kadar hiçbir şekilde—sözgelişi, kapalı bir mekânda yalnız kalmak dâhil—dinimizin hiçbir yasağı çiğnenmemelidir.

3- Sevilen taraf, kesinlikle Peygamberimizin (a.s.m.) tavsiye ettiği gibi, yani dindar olmalıdır. Yoksa "Zamanla dini öğrenir ve yaşar" gibi düşünceler nefsin aldatmacasından başka bir şey değildir.

4- Tarafların evlenme çağı gelmiş, hiç değilse yaklaşmış olmalıdır. Yoksa evlenmeye uzun zaman kala girişilen böyle bir hareket, sayısız günahla veya ayrılıkla sonuçlanacaktır.

5- Gençler hayalci değil, gerçekçi olmalıdır. "Senin için dünyayı fedâ ederim", "Sen yanımda olursan her yer Cennet bana", "Seninle ölüme bile giderim" gibi lâflar hikâyedir. Evlenince hepsi biter. Atalarımız, "Güzellik ekmeğe sürülmez" diyerek, yaşamak için ev, eşya, para gibi ihtiyaçların önemine dikkat çekmişlerdir. Bu bakımdan iyi bir meslek edinmek, yuva kurunca ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir seviyede olmak îcab eder.

6- Böyle bir durumdan saygı duyduğumuz, büyük bir insanı haberdar etmek, onun tavsiyelerini almak gerekir.

7- Son olarak böyle bir yakınlaşmayı kısa zamanda nikâhla meşrû hâle getirmek lâzımdır. Bundan kastımız, evlenmeye yıllar varken dinî nikâh kıyıp her şeyin meşrû olduğunu sanmak değildir. Evlenmeye uzun bir zaman varken kıyılan böyle bir nikâhın mahzurları da olabilmektedir. Nikâh kıydırıp serbest hareket eden gençler, maalesef bağlayıcı bir durum olmayınca ayrılabilmektedirler ki, bu hiçbir şekilde tasvip edilemez. Nikâhtan kastımız, evlenmektir.

Bu şartları görünce, "Demek ki bunlara uyarak böyle bir teşebbüs yapabiliriz" diye düşünmek yanlıştır. Bu şartlar, "içine düşülen problemden gençlerimizi mümkün olduğunca az günahla çıkarmak, olayın sonraki kısmına meşrûiyet kazandırmaya çalışmak" içindir.

Genç kardeşlerimize asıl tavsiyemiz, idealist bir ruh taşımaları, İslâm dâvâsının yayılması için çırpınmaları, ebedî dâvâ yolunda deli divane olmalarıdır. Peygamberi (a.s.m.) örnek alan cevvâl bir gence, deryâyı bırakıp damlada boğulmak yakışmaz.

Ama insan hâli. Böyle bir imtihanla yüz yüze gelirsek, pes etmemek, mümkünse hiç zararsız, olmuyorsa en az zararla kurtulmak gerekir.

Hele bundan dolayı kendimizi mutsuz etmek, derbeder olmak, hayata küsmek, vazifelerimizi bırakmak, intiharı düşünmek asla semtimize uğramamalı; aklımızdan bile geçmemelidir.

Madem Rabbimiz var, her şey var. O mutlaka bizi bizden daha iyi düşünür. Ona teslim olmalı, hakkımızda takdir ettiği her şeyin bir hikmeti olduğunu düşünmeliyiz.

Merak etmeyin. Dünya kesinlikle "sevdiğimizden" ibâret değildir. Hayat her şeye rağmen devam etmekte ve her şey bizim mutluluğumuz için çalışmaktadır.

Hayatı zehir etmeye hiç gerek yoktur.

 

Gençlik ve İntihar

Aslında "gençlik" ve "intihar" birbirisiyle hiç ilgisi olmaması gereken, taban tabana zıt olan, bir arada anılamayacak kadar ters kelimelerdir.

Çünkü, gençlik hayattır, enerjidir, mutluluktur, başarıdır.

İntihar ise tam aksine, ölümdür, bitiştir, yenilgidir.

Bunun için ikisi bir arada olmaması gerekir.

Ama ne yazak ki, yaşadığımız gerçekler böyle değildir.

En çok intihar edenler gençlerdir.

Duygusal olan gençler, karşılaştıkları büyük bir problemde intiharı düşünebilmektedirler.

Gençlerimizi intihara götüren sebepler çok çeşitlidir.

Kimisi, sınıfını geçemediğinden veya üniversite imtihanını kazanamadığından intiharı seçmektedir.

Kimisi, babasından, annesinden duyduğu ağır bir söz, yediği bir tokat yüzünden hayatına son vermektedir.

Kimisi de, sevdiği birisi kendisini reddettiği veya çevresindeki büyükler evlenmelerini engellediği için intihar etmektedir.

Dinimiz ise, intiharı kesinlikle yasaklamaktadır.

Çünkü, Allah'ın verdiği canı sadece Allah alır.

Biz, bize âit değiliz.

Biz Allah'ın mülküyüz.

Nasıl olur da, Allah yasakladığı halde Onun mülküne tecâvüz edebiliriz?

Nasıl olur da, binbir esmâ-i İlâhiyenin tecellisine mazhar olan vücûdumuzu yok edebiliriz?

İntihar, büyük günahtır. Hiçbir şekilde câiz değildir.

Aslında bir gencin intihar etmeyi gururuna yedirememesi gerekir.

Çünkü, gençlik güç ve kuvvetin, mücâdele ve azmin zirvede olduğu bir dönemdir.

İntihar ise, mücâdeleden kaçmak, yenilgiyi baştan kabul etmek, savaşmayıp pes etmek, hemen teslim bayrağını çekmektir.

Şerefli, gururlu, haysiyetli bir genç, sebebi ne olursa olsun, nasıl olur da pes eder, hemen teslim bayrağını çeker?

Başımıza gelen musibet ne kadar ağır, karşılaştığımız problem ne kadar çözümsüz, çektiğimiz çile ne kadar dayanılmaz olursa olsun, sabretmeliyiz.

Çünkü sabırla birlikte mücâdeleyi sürdüren zafere ulaşır. Çünkü, Allah sabredenlerle beraberdir ve sabredenleri sever.

İntihar etmek, maksadımızla da uyuşmaz. Diyelim ki, çok sevdiğimiz birisini istedik, ancak bir türlü yuva kuramadık. İntihar etmek, geri dönüşü olmayan bir bitiştir. İntihar edince istediğimize kavuşacak mıyız? Hayır! Aksine birkaç yıl sonra bizi reddeden insanlar râzı olsalar bile, iş işten geçmiş olacaktır. Fakat sabırla, duâ ile, Allah'ın yasaklarından kaçarak, ihlâs ve iyi niyetle maksadımıza ulaşmaya çalışırsak, Allah muvaffak eder.

Etmese bile, hiçbir şey dünyanın sonu değildir. Belki öylesi çok daha hayırlıdır.

Bizim dünyadaki maksatlarımız o kadar çoktur ki, her kavuşamadığımız maksat için canımıza kıymaya kalksak, bin can lâzımdır.

Bunun için çare değildir intihar.

Hayat, insanın maksatlarına ulaşmak için lâzım olan en mühim, en kıymetli ve en birinci sermayedir.

Onu hemen yok ederek ucuza satmak, akıl mantık işi değildir.

Uğrunda cana kıyılacak bir kişi vardır. O da bize bu canı veren Rabbimizdir.

Bazı gençlerimiz, intihar ederek, kendisine düşmanlık eden veya isteklerini yerine getirmeyen insanlardan intikam almak istiyor. "Siz benim dediğimi yapmadınız. Ben de intihar ediyorum. Sonsuza kadar vicdan azabıyla kavrulun" diye düşünüyorlar.

Maalesef, bazı düşmanlarımız bizim intiharımızdan hiç ibret almayabilir. O zaman ucuza gitmiş olmuyor muyuz?

Veya isteğimizi yerine getirmeyenler çok üzülsün, saçını başını yolsun diyelim.

İyi mi?

Annemizin, babamızın vicdan azabı çekmesi bizi nasıl memnun edebilir? Hele bir de canımıza kıymakla üzdüğümüz hiç suçu olmayan dostlarımız var. Onları ağlatmaya hakkımız var mı?

Diyelim ki, intiharla çevremize iyi bir ders verdik. Bizim gibi bir gencin isteğini yerine getirmemekle ne büyük hatâ ettiklerini anladılar.

Fakat bu çok pahalı bir ders değil mi? Bizim en değerli varlığımız yok olduktan sonra onların ders alması çok mu önemli?

Bunlardan daha mühimi, sadece dünya hayatımız değil, âhiretimiz de mahvoluyor, intihar etmekle büyük bir günah işlemiş oluyoruz. Bu hiç göze alınır mı?

Sonsuz bir hayatı, bir hiç uğruna yıkmak babayiğitliğe sığar mı?

Îman ve İslâma gönül vermiş bir gence yakışır mı?

Hepsinden önemlisi, intihar etmek, Allah'ın rızâsına aykırıdır. Kâinatı bizim emrimize veren bir Zâta karşı gelmek, âdetâ "Senin bana verdiğin canı da, kâinatı da istemiyorum. Çünkü Sen bana şu bir tek istediğimi vermedin" demek îmanla, iz'anla, akılla, mantıkla bağdaşır mı?

Üstelik intihar, tevbe imkânı olmayan bir günahtır. Çünkü, intihar eden öldüğü için yaptığı günahtan tevbe etme imkânı da yoktur.

İntihara niyet edip de başarılı olamayan ve intihardan vazgeçen insanlar bize ibret olmalıdır. Çünkü onlar, "İyi ki başarılı olamadık. Ölüm çok zor. Yaşamak her şeye rağmen çok güzel" demektedirler. O halde pişman olacağımız bir şeyden şiddetle kaçınmamız, adını bile anmamamız, aklımızdan bile geçirmememiz gerekir.

Diyeceksiniz ki, "Biz zaten mü'miniz. İntihar etmemiz mümkün değil."

Elbette mü'min bir genç, intiharı düşünmez bile.

Ama insanlık hâli. İmtihan dünyasındayız. Duygularımız var. Bunun için intihara karşı uyanık olmamız gerekir.

Bir gün çok idealist, îmanlı ve namazını kılan bir gencin, bir kız yüzünden intiharı bile düşündüğünü öğrenince titredim, beynimden vurulmuşa döndüm şaşırdım. İnsanın ne kadar zayıf damarları olduğunu anladım. Bunun için çok dikkatli olmak zorundayız. Gaflette olduğumuz bir anda nefis ve şeytan öyle bir gol atıyor ki, her şey mahvolabiliyor.

Tüm bu bildiklerimize rağmen problemlerimiz çok büyük, sıkıntılarımız çekilmez bir hâl aldıysa ve bu yüzden intiharı düşünüyorsak, hemen harekete geçmeyelim.

Biraz duralım. Çok sevdiğimiz, saygı duyduğumuz bir yakınımıza, anne, baba, amca, dede gibi bir büyüğümüze veya bir ağabeyimize durumu açalım. Onunla dertleşelim. Belki bir çözüm önerisi vardır, belki bizim hiç aklımıza gelmeyen bir çıkış yolu düşünecektir. Tecrübesinden istifâde edelim.

Unutmayın!

Problemin içindeki şahıs sağlıklı düşünemez. Çözüm bulmakta zorlanır. Dışarıdaki birisi daha gerçekçi olur, daha sâlim bir kafayla düşünür.

Belki, "Nasıl olur da bir büyüğümüze derdimizi açarız, intiharı düşünüyoruz deriz, utanırız" diyeceksiniz.

Niçin utanacağız ki?

Madem ki büyüğümüz, elbette bizimle ilgilenmek zorundadır. Hiç sıkılmayın.

Hem intihar edip sonsuz azaplara giriftar olmak mı iyi, birazcık utanıp sıkılmak mı iyi?

Diyelim ki kendimiz bu konuda çok sağlamız. Ama çevremizdeki arkadaşlarımızın zaman zaman intihardan söz ettiğini duyuyoruz.

Hemen yardımına koşalım. Birisinin bir derdi varsa hemen paylaşalım. Teselli verelim. Sadece lâfla değil, fiilen de yardımcı olmaya çalışalım.

İntiharın yol olmadığını anlatalım. Bir büyüğümüzle tanıştıralım veya bir psikiyatriste götürelim.

Bir can kurtarmak büyük sevaptır.

Ve hiç aklımızdan çıkarmayalım:

Hayatta yaşamaya değer çok şey var ve ancak yaşarsak emellerimize kavuşabiliriz.

Önsöz 1 2 3 4 5 6 Sonsöz